25 Nisan 2009 Cumartesi

Bitirme tezine deli olmak

Öğlen eve gelen misafir nedeniyle saat 1 gibi odama kapandım, hani iyi de oldu oturdum bitirme tezimin başına yazma-düzenleme işlerini yapmaya...

Misafir 5 buçukta gitti.... Misafir dediğim de dedemin çocukluk arkadaşı, 1957'de anneannemle evlenip Erzurum'dan ayrılırken eşyalarını taşımaya yardım etmiş. Tabiki yıllarca birbirlerini göremeyen 2 eski dost saatlerce oturup sohbet ettiler, ne güzel...

Ben de bilgisayar başında kah bitirme kah birazcık nette sörf yaparak geçirdim bu zamanı ama sonlara doğru silemediğim çizgi ve acıkan karnım nedeniyle birazcık delirdim :D, dedim yazayım aklıma gelenleri buraya, sonra okur gülerim...


Bir soru: Bugün bitirme için ne yaptın?

Bir cümle: Tez-thesis-bitirme işte bütün mesele bu!

Tuba ana geometriyi çiziyormuş ve hemen yazdım bir nakarat cümlesi: Çiz bella çiz bella çiz çiz çiz

Sonra bir soru daha: Beni ben mi delirttim?

Bir de cevap olsun: Yaklaşık 5 saat formüllere bakarak odamda hapis olunca böyle oldu sanırım

Bugünkü hedefim olan bitirmemin 3te 1lik kısmı bitti mi cık,no, hayır

Biter mi peki umudum sürüyor

Umutlar sönmez vatan bölünmez.....
Mutlu cumartesiler....

23 Nisan 2009 Perşembe

Her şeyi yaparız yeter ki söyle

Nedir aile? İlkokulda bir çekirdek aile tanımı vardır, anne, baba ve çocuklardan oluşan en küçük birim diye, bir de geniş aile büyükanne büyükbaba amca hala teyze dayı ya da onların çocuklarının katıldığı...


Bence aile iyi ve kötü gününde yanında olandır. Gerçi iyi gününde yanında olmasa da olur, ne de olsa birileri mutlaka olacaktır iyiyken; ama kötü gününde, düştüğünde seni kaldırandır ailen. Nasılsın demeyen daha seni gördüğünde yüzündeki çizgiden, gözündeki bakıştan ya da sesinden anlayacaktır nasıl olduğunu sormaya gerek duymadan... Sıkıntının ne olduğunu öğrenip, her türlü yardıma hazırım diyen değildir ailen bunu demek belki güzel gelir kulağa ama yükü almaz üstünden. Özellikle de yük çok ağırsa her şeyi yaparım demek hiç bir şey yapmayacağını gösterir biraz da. Ailen yükü hafifletmen için çözümler sunup sonra da elindeki tüm imkanlarla yardımına koşandır.

Geçende bir arkadaşımla buluştum liseden teyzesi kansermiş, ve durumu ümitsiz. Dediki annem gelmiyor gelemiyor istanbula yanıma, çünkü teyzeme bakıyor. Dedim ki var mı başka yardım eden annene; çünkü biliyorum hasta bakmak zor, hele bir de umut yoksa daha da zordur ömründen ömür alır insanın. Yok dedi eşi yapamıyor, oğulları da başka şehirde, anneannem zaten yaşlı kendine zor bakıyor, tek bakabilecek kişi annem... Yok mudur bu teyzenin yakın ailesinden başka yardım edebilecek kişi, vardır elbet ama istemezler ne de olsa bakıyor kardeşi derler düşünmezler mi bu kadın hem çalışıyor hem ailesiyle ilgileniyor hem de kanser kardeşine bakıyor. Elbet düşünürler ama fedakarlık yapmazlar, nasıl olsa bakan var der arada arayıp bir şeye ihtiyacınız olursa söyleyin derler. Diyebilir mi ki hastaya bakan kadın, gelin haftada birer gün ya da en azından yarım gün sizde olsun sorumluluk, diyemez tabi. Bunu kendini aileden sanan diğerleri demelidir gerçekten istiyorsa; ya da diyebilir mi biraz maddi destek olun ben bakarım ama en azından çalışmak zorunda olmayayım çocuklarım için, onu da demezler ama sorarsan maddi manevi her şeyi yaparız yeter ki söyle der geçerler...

Aile deyince kan bağı vardır, ama bazen kan bağı olmayanlardan görürsün desteği, akraba değil de hısımlardan mesela. Bu durum biraz daha yıkabilir kötü durumlarda niye benim kendi ailem böyle değil diye. Belki kan bağı olanlar telefonla bile aramayan insanlardır, düşünce birden başlarlar aramaya en ufak şey için. Bu aramalar bile memnun eder insanı ama bir taraftan düşündürür niye kötü durumu beklediler diye. Diğer taraftan da aramalarda bir isteğin var mı söyle temalıdır, yani boş, kuru. Bu nedenle daha uzak olanlardan görülen desteği göremediğini anlar düşündükçe üzülür insan...

17 Nisan 2009 Cuma

Yaşlanmak&İşsizlik

Yaşlanıyoruz, hem de artık sadece bireysel de değil, ülkesel olarak yaşlanıyoruz. Bugün okula gelen Turkcell Teknoloji Genel Müdürü, şu anda genç nüfus sayesinde avantajlı olan Türkiye'nin 2030'da yaş ortalaması olarak Avrupa'nın üstüne çıkacağını söyledi. Önce hangi ülkelerin yeni teknolojiyi denemeye meraklı olduğuyla ilgili bir avrupa haritası gösterdi ve Türkiye bu haritada en ilgili ilk üç ya da dört ülkenin arasındaydı. Bunun en büyük sebebinin de genç nüfusa sahip olmamız olduğunu söyledi. Sonra da bu yıllarda genç nüfusumuzun avantajlarını değerlendirmenin gerektiğini ve gelişmenin en çok ar-ge yatırımıyla olacağını ülkelerden örneklerle açıkladı bize.

Sonra eve geldim gazetenin ilk sayfasına baktım, üç fotoğraf

Gecekondusunu yıkmasınlar diye 4 aylık bebeğinin boğazına bıçak dayayan baba

Adana'da bir hastanede sözleşmeli olarak çalışan temizlik elemanlarının işten çıkarılması nedeniyle ağlayan ve işsizler ordusuna katılan yenileri....

Çöpten marketin attığı bozuk ürünleri toplayan ve gene çöpte bulunan eskimiş ayakkabıyı inceleyen belediye üniformalı çöpçüler

İlk sayfada bunlar, sayfayı çevirirsin intiharlar cinayetler ya da cinnet geçirenler... Gerçi bugün ilk sayfa yetmiş koymamışlar ölüm haberlerini, ama eminim ki o fotoğraflardakilere sorsan ailene bakıcaz canını verir misin, ya da can alır mısın ne kadar düzgün, temiz bir insan da olsa önce düşünür acaba der... Bu hale geldik, durumlar kötü... Bilmiyorum önceden de oluyor muydu böyle durumlara düştüğümüzde ne yapıyordu halk, ben ilk kez yaşıyorum aklıma bir şey gelmiyor, çaresizlik bulutu dolaşıyor gibi geliyor...

Bu arada 6 Nisan'da Turkcell'in işe ve staja almak için yaptığı ilk eleme olan ingilizce sınavının sonuçları geldi, daha doğrusu redleri; çünkü daha kabul gören itülü görmedim ki sınavlarda da başarısız değildik, en azından bir görüşmeye çağırır diyorduk ona bile gerek görmemişler, neyse kısmet nasip :p. Bu arada HUAWEI de (sanıyorum ki) başvuran herkesi iş görüşmesine çağırmış, pazartesi bir aksilik olmazsa gideceğim ilk iş görüşmeme, bakalım pek umutlu değilim ama tecrübe edeyim iş görüşmesi neymiş diye...

16 Nisan 2009 Perşembe

Takip

Dün tüm gün kampüste, çoğunlukla da açık alanda geçen günden sonra uykumu almama rağmen bir yorgunluk vardı üstümde, dedim metrobüsle gideyim, çünkü önceki birkaç kere yaşadığım yolculuklarda metrobüs yolcularının mutlu, yolculuğun sakin ve arabanın klimasının da etkisiyle serin geçtiğini tecrübe etmiştim. Zincirlikuyu'da Avcılar durağına yakın yerde arabadan indim, Söğütlüçeşme'ye yürürken bir araba yavaşladı, durdu ve baktı başta arabalı sapıklardan sandım biraz yan gözle bakıp yoluma devam ettim; biraz daha ilerledim tam merdivenlerden inicem araba geldi ve gene durdu baktım belki tanıdıktır diye, yok yüzü hiç tanıdık da gelmedi, uzun saçlı sakallı gözlüklü bir tip gene de çok dikkatli bakmadım ama tanıdık olsa seslenir dedim indim merdivenlerden metrobüse. tam indim bekliyorum araba bu sefer de yoldan aşağı inmiş metrobüslerin yoluna yapışmış duruyor, ama yok yani hiç tanıdık değil ama durum ne gene anlamadım. Sonra gelen metrobüse bindim bir taraftan da neden almadım plakayı diyordum ki, köprüye geldik bizim yanımızdan gişelerden geçmesin mi işte orada aldım bu gri arabanın plakasını, zaten çok sinirlenmiştim o anda internetim olsa kesin plakayı buraya yazmıştım ama sonra dedim ki plakayı yazarsam asıl o beni bulur deli miyim ben google'a yazacak benim bloga gelecek :) Neyse köprüyü geçince metrobüs yolu da ayrılınca takipçiden kurtuldum ve hata unuttum ama elimde plakası var hatta o anda önce anneme mesaj attım plakayı ne olur ne olmaz başıma bir iş gelir diye, birazcık paranoyaklık mevcut ama sakin olanından :D Mutlu huzurlu metrobüste böyle değişik bir anım oldu, İstanbul'da toplu taşıma ne romanlar çıkar yazabilene...

Nadir ile başlayan gün

Nadir deyince sokakta insanın aklına ne gelir, tdk tanımı yani "seyrek, az bulunur". Bize nadir nerede soruldu?, uzaktan algılama sınavında, nasıl bir ders bu?, uydulardan ve radarlardan bahsedilen ve görüntüleme ile ilgili bir ders. Fazla uzatmadan bu dersin vizesinde sorulan

Nadir:.......................................

şeklindeki boşluğa nadiri tanımlamak gerektiğinde ne yazılır diye sorayım.


Ya ders kitabının bir yerinde geçtiğini görüp radarın yere dik uzaklığı denebilir, ya da seyrekten yola çıkılarak bir şeyler atılabilir.

Ben ne yaptım? Düşündüm ki bu nadir bir bölgede kullanılan radardır belki ve yazdım

North Atlantic Domestic Investigation Radar.... (gerçi bunu türkçeleştirip yazdım böyle yazsam daha renkli! olurdu)

Napalım insanın sınavda canı sıkılınca yaratıcılığı gelişebiliyor diyip 2 puan daha eksik alıp hocayı gülümsetelim kağıt okurken...

Sınavdan çıktıktan biraz fakülte kantininde takıldıktan sonra, bu hafta boyunca devam eden İTÜ Rock Fest alanındaydık gece yarısına kadar. Bu sene waffle'a alternatif bir tatlı gelmiş, çilek, muz, kivi, ananas seçiyorsun üstüne de beyaz ya da siyah ya da her ikisinden çikolatayı koyduruyorsun. Ben dün hem bunu yedim hem de waffle, neyse bir hafta bir şey yemem diyip kendimi kandırayım, yaşasın yemek yemek :D

Böyle diyorum da sayısı gittikçe artan aç insanlar aklıma geliyor üzülüyorum. Dün bankada bir adam vardı önce bankamatikte kartını almayı unuttu sonra kartını götürdüğümüzde masada cüzdanını unuttu, anlaşılan bir sürü borcu vardı para denkleştirmeye çalışıyordu. Sonra yemekhanede yer kıtlığından dağılarak oturduk ve benim masamda da tahminimce 1.sınıfta olan ve borçlarını nasıl kapayacaklarının planlarını yapan üniversiteliler vardı, her tanıdıklarından 10-20 lira alırız diye konuşuyorlardı. Halimiz zor, bakalım bu durum daha ne kadar gidecek...

Gene rock-fest' e döneyim gece 11 civarlarında rektörümüzü elinde birayla alanda yürüyerek tur atarken gördük, bu seneki rektör ilginç baya bakalım daha neler göreceğiz. Hatırlatırım geçen seneki festivallerde içki satılıyor diye bazı basın organları rektöre laf etmişlerdi alkolik yapıyor gençleri diye, bu seneki yukardan torpilli diye haber yapmazlar artık itülüler şu kadar içti bu kadar bira tüketildi diye...

Şu zor zamanlarda nadir geçen güzel günler hep sürsün....

12 Nisan 2009 Pazar

Farklılık

foto: Hello Sunshine by Emre Ayaz

Son sınıfa gelince de olsa artık bir telekomünikasyon mühendisi ne yapar kafamda oturdu, ancak şu aralar kafama takılansa bir mühendisin başarılı olması için nasıl bir farkı olmalıdır?

Reklamcılık, mimarlık ve tasarım gibi bölümlerde farklılığını yaptıklarınla göstermek mümkün, çünkü ortaya görsel bir şey çıkardığın işler bunlar. Mesela dün okuduğum bu haberde bir reklamcının başka bir şirkette çalışırken asıl girmek istediği şirkete girmek için açtığı blogtan bahsediliyor, blogunda kendi adını söylemeden X firması için Xbeniisealsin diye aldığı alan adında blog yazıyor, bir taraftan kendi reklamını yaparken diğer taraftan da şirketin reklamını yapmış oluyor, insanlara neymiş bu şirket dedirtiyor. Fazla uzatmayayım, iş reklamcılık olunca böyle bir fikir adamın farklılığını göstermesini sağlamış. Ancak bir mühendisin farklılığı nerdedir, hadi yazılımcıysa çok kısa, hızlı ve düzgün kodlar yazıyor olabilir bu nedenle dikkat çekebilir. Farklı kod deyince aklıma bizim okulda duyduğum her kodunun içinde argo sözcükler ekleyen ve hem iyi hem esprili kodlar yazabilme yeteneği geliyor, bu da bir farklılık... Ama yazılımla uğraşmayacak bir telekomcu nasıl farklı olabilir?

11 Nisan 2009 Cumartesi

BÖ!2009

2009 Blog Ödülleri'ne başvurduğumu söylemiştim, başvurduğum Kişisel Bloglar kategorisi en fazla katılımcılı olanıymış meğerse... O kadar başvurmuşum işte blogumu okuyanlar ve bloguma bakanlar bana oy vermek isterseniz eğer buradan kayıt olup, http://2009.blogodulleri.com/blog/dusunceler adresinden oy vermeniz yeterli. Kayıt olmak da uzun sürmüyor sadece e-posta adresi ve bir şifre, sonra da gelen postadaki linki tıklatıyorsun oldu bitti :)

Let the Right One In

http://beyazperde.mynet.com/sinemasaldetay.asp?id=4267 burada film festivalindeki filmlerle ilgili kısa inceleme yazılarına bakarken üstteki fotoğraf tanıdık geldi, içimden ben bu filmi gördüm dedim. Ancak kimlerle ve nerede izlediğimi pek hatırlamıyorum, ama vampir filmlerini hiç beğenmesem de İsveçce adıyla Låt Den Rätte Komma In, masum görünüşlü kızın tek vampir rolünde olması nedeniyle klasik vampir filmlerinden farklı...

Film festivalinde olup da görmek istediğim filmler ise: [sanırım festivalde gidemeyeceğim, ama babişim indirir artık torrentler sağolsun :) ]

$9.99, Maria Larssons Eviga Ogonblick, Okuribito, Restless(İsrailli yönetmen), Revanche (Avusturya), Lluvia (Arjantin), Control Alt Delete, Il Divo, Zift, A Film With Me In It, Rembrandt's J'accuse, Rumba

8 Nisan 2009 Çarşamba

Ödül

Blog dünyasında bir mimlemedir bir ödüllendirmedir gidiyor, gnhnm da beni ödüllendirmiş. Bu ödüllendirme tamamen blog reklamı olsun diye türemiş bence, ama bu seferlik yerine getireyim dedim. Kuralları da varmış bu işin:

1-Ödülü veren kişinin linkini yayınlamak
2-Ödülü vereceğin kişilere mutlaka haber vermek
3-Bu ödülü verdiğin kişilerin linkini vermek

Benim ödüller ise YaşıyoruM, HBBA ve Zfashion'a gitsin...

6 Nisan 2009 Pazartesi

The Sting

İyi bir film ama televizyonda olduğu için reklam fln derken çok dikkatli izlemedim, filmin konusu http://www.sinemalar.com/ 'da yazdığı üzere:

Oyunculuğu yalnızca ABD`de Oscar ve Emmy ödülleri ile değil aynı zamanda Avrupa’da Cannes ve Berlin Film Festivalleri’nde de ve İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi’nden aldığı ödüllerle taçlandırılmış Paul Newman ve aynı dönemin oyuncusu Robert Redford’un başrolleri paylaştığı 1973 yılında yedi dalda Oscar kazanmış bir başyapıt. Ortak arkadaşları öldürülen biri genç diğeri yaşlı iki dolandırıcı bu arkadaşlarının intikamını almak için incelikli bir plan hazırlar...

Konuyu bölük pörçük izlediğimden yorumlayamayacağım, ama filmdeki mekanlar, bu mekanlarda kullanılan duvar kağıdı, mobilya, avizelerin renkleri, göze çarpan oyuncular ile sokaktaki figüranların kıyafetleri hoşuma gidenlerdi. Tekrar izleyip filmi anlamak gerek :)

5 Nisan 2009 Pazar

Doubt

Bence izlemeye gerek olmayan bir film Doubt, aldığı notu(7.8) da oy veren kitlesinin ilgisinden aldığını düşünüyorum. Kilisedeki dönen olaylar, savaşta kocasını kaybedince rahibe olan bir başrahibe, eşcinsel bir başrahip... Benim ilgimi pek çekmedi belki konudan belki bölünerek izlediğimden, belki de türkçe altyazı koymadığımdan... Bilmiyorum...

İlgimi çekenler ise siyah kadının giysisinden yola çıkarak eskiden diktirme kıyafet giyme ihtiyacı nedeniyle kadınların ne kadar güzel giyindiği ve rahibelerin kafasına taktıklarının komik göründüğü ve bebek başlığının siyahına benzediği...
Beğendiğim replik ise pederle genç rahibe arasında geçiyor:
Yüzünüze bakarak dünya görüşünüzün iyilik olduğunu anlayabiliyorum. İnsancıllığınızdan rahatsız olacak kişiler vardır. Rahibe, yüreğinizdeki ışığın zayıflık olduğunu söylerler, sakın inanmayın. İnsanların içindeki iyiliği öldürmek için kullanılan eski bir taktiktir bu. Sevginin kötü bir tarafı yoktur.
Sonuç olarak konu sığ, eminim kilise ile ilgili böyle bir konu daha pek çok detayla birlikte anlatılabilirdi, ama oyunculuklar filmi izlenebilir kılıyor.

4 Nisan 2009 Cumartesi

İTÜ Ay-Ti-Yu OLMASIN! Anadilde Eğitime Destek Kampanyası

Yıllardır anadilde eğitim yapmakta direnen, Türkiye'deki diğer iyi okullardan bu yönüyle ayrılan okulumuz çok hızlı bir şekilde, doğrudürüst kimseye danışmadan, tartışmadan %100 ingilizceye çevriliyor. Bu konuda -benim bildiğim- rektörle ilk tartışma çanakkale gezisi sırasında oldu ve vakit darlığından sonuca varılamadı, rektör de sonra kapsamlı konuşuruz dedi. Ancak sanırım sonradan konuşma olmadı ya da dikkate alınmadı, durum öğrenci eylemlerine, fakülte hocalarının katıldığı tartışmalara ve basına sıçradı. Ayrıca facebook'ta gruplar kurularak örgütleme ve olayın duyurulmasına katkıda bulunuyor.

Evet, İTÜ'nün en büyük sorunu yabancı dil ve bu konuda rektör haklı, ancak buna "bulduğu" çözüm yanlıştır. Yabancı dil sorununun kaynağı derslerin anadilde verilmesi olmadığı gibi, çözümü de dersleri ingilizce vermek değildir. İngilizce verilen bölüm derslerini ne kadar öğrendiğimiz ortadadır ve teknik eğitim anadilde olmalıdır. Akademisyenlerimiz ve mezunlar bunun farkında, biz öğrenciler farkındayız. İTÜ'lünün dil sorununu çözmek için yapılması gereken alternatiflerin yönetime sunulması ve tartışılması gerekiyor, böyle bir anda önemli kararlar alınamaz. Hazırlık sınıfının iyileştirilmesi, her dönem sunum yapmaya ve akademik makale yazmaya yönelik ingilizce dersler konulmadır, itülünün ingilizce korkusunu yenmesi sağlanmalıdır ancak teknik derslerin anadilde anlatılmasına dokunmadan...

http://www.ntvmsnbc.com/id/24953220/

http://www.milliyet.com.tr/Yasam/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetayArsiv&ArticleID=1077942&Kategori=yasam&b=ITUde+Ingilizce+protestosu

3 Nisan 2009 Cuma

The Oxford Murders

Arjantinli Guillermo Martínez tarafından yazılmış aynı isimli romandan çekilmiş 2008 yapımı bir film, ancak ülkemizde ancak mart sonu vizyona girmiş. Film başlarken tanıdık bir ses hikayeyi anlatıyor John Hurt. Filmde Oxford Üniversitesi'nin meşhur profesörü Arthur Seldom rolünde, ama itiraf edeyim bana yüzü pek tanıdık gelmedi izlerken. Martin(Elijah Wood) de tez danışmanı olarak Arthur Seldom'la çalışmak istediğinden Oxford'a gelen öğrenci rolünde.
John Hurt, en popüler olarak Harry Potter serisinin Mr. Ollivander'ı, benim nedense herkes gibi bayılmadığım V for Vendetta'da oynamış, beğendiğim bir film olan Perfume'da seslendirme yapmış. En ilginci de izlemek istediğim filmlerde oynuyor olması: Romanını çok beğendiğim ama hala filmi izleyemediğim Corelli's Mandolin'de doktor rolünde ve New York, I Love You'da da garson rolündeymiş (ufak da olsa rol roldür :) ). Bu filmde ise izlerken niye bizim böyle derslerimiz yok dedirten bir dersle başlıyor, gerçi anlattıkları felsefe-matematik üzerine. Bizim haberleşme derslerinde teorik vızır vızırların bu şekilde eğlenceli hale gelmesi zor tabi.
Neyse spoiler vermeden anlatacak olursam, filmdeki cinayetleri matematiksel semboller yardımıyla önlemeye-çözmeye çalışıyorlar. Bu tarz filmleri sevenlerin beğeneceği bir film olmuş. Cinayetleri kimin işlediği ile ilgili bizi sürekli yanıltarak giderken sonunu da felsefik yapmışlar, iyiki bunun saati uymuş da buna girmişiz dedim. Ayrıca bir önceki izlediğim film Cambridge'teydi bu da en büyük rakip olan Oxford'da geçiyor ve Oxford Üniversitesi çok güzel diyerek yazımı bitireyim.