29 Nisan 2010 Perşembe

Kraliçe Lear

80 yaşında rolünü bile ezberleyemeyen oyundan tabirlerle "yaşlı, bunak" kadının bir Shakespeare oyunu olan Kral Lear'da başrol oynamaya karar vermesiyle, kendine rolünü ezberletmek için bir genç kızla çalışmasını konu ediniyor Kraliçe Lear. Bir yandan da yaşlı kadın gence yaşama sevinci ve hayatın değerini öğretirken, genç kız da kadına günümüz gençliğini öğretir ve kadının yılmamasını sağlar.

Yıldız Kenter, Sevgili Dünürüm dizisinden tanınan 92'li oyuncu Sedef Şahin ve bir köşede Çello çalan Feride Berin Varol oynuyordu. Özellikle oyunun dilimize ülkemize uyarlanışı başarılıydı, sık sık salonda kahkaha attık. Sedef Şahin ufak tefek kötü oynadığı yerler olsa da genelde başarılıydı, hatta "kib bııyyy" lafıyla 2 kez güldürdü seyircileri. Yıldız Kenter'in 80 yaşında hala sahnede olması, oynaması, amuda kalkması başarı ama artık yaşlandığı için genç tiyatrocuların verdiği heyecanı veremiyor, o nedenle sanıyorum ki bazıları oyun için çok kötü yorumlarını yapıyordu çıkışta. Ama o yaşta incecik, esnek ve sağlıklı bir vücuda sahip olup 90 dk sürekli oynayabilmek de bir başarı. Oyunda bana en değişik gelense sahne ışıklandırması oldu, özellikle de bir yerde çello çalınırken sanki gün batıp gün doğuyormuş ve ışık camdan sızıyormuş gibi olan ışıklandırmaydı, ışık tasarımıysa Cem Yılmazer'e ait.

Bu dünyadan gitmeden izlenmesi gerekenlerden biri de Yıldız Kenter ve bu eğlenceli oyununu izlemek isterseniz üç gün daha oynayacaklar, sonra da 9 mayıs'ta oyunu sergilemek üzere New York'ta olacaklarmış benden söylemesi :)

26 Nisan 2010 Pazartesi

Düşünüyorum bazen...

Düşünüyorum bazen ne yapıyorum, şu anda, günde, haftada aslında şu hayatta...
Düşünüyorum bazen niye yaşıyorum bu evde, bu şehirde, bu ülkede hatta bu gezegende...
Düşünüyorum bazen kime ne faydam oldu, oluyor, olacak...
Soruyorum niye herkes mutsuz, hasta ya da öbür tarafta...
Ben niye geldim, nerede duruyorum ve nereye gideceğim...
Ne zaman anlayacağım veya ne zaman dağılacak kara bulutlar hiç bilmiyorum....


yazmışım bir gün(14 mart) artık yayınlayayım dedim yoksa arada kaybolup gidecek ve artık hastalıksız sağlıkla geçecek günler istiyorum...

25 Nisan 2010 Pazar

İnek

Üsküdar Kerem Yılmazer sahnesindeki Dokuz Kadın adlı oyunun oyuncularından biri rahatsızlandığı için yerine Nazım Hikmet'in yazdığı, Mehmet Avdan yönetimindeki İnek adlı oyun sergileniyor. Şehir tiyatrolarının sitesinde oyunun konusu şöyle verilmiş:

"Oyunda, hayallerinin peşinde koşan bir ailenin, içinde bulundukları maddi sıkıntılarından, satın aldıkları bir inekle kurtulma çabaları absürt bir dille anlatılıyor. Başta İneğin kendilerine çok para kazandıracağını düşünen aile fertleri, inekten nasıl yararlanacaklarını bilemediklerinden, durumları zamanla "İnekten Kurtulma Çabası" na dönüşüyor. Nâzım Hikmet'in bu oyunu aynı zamanda sıkı bir bürokrasi eleştirisi."

Konusunda dendiği gibi inek önce kurtuluş, sonra zulüm oluyor insanlara... Geçiş müzikleri ve oyundaki jest ve mimikler güzeldi. Can Ertuğrul mükemmel oynuyordu, ancak kadın oyunculara pek kanım ısınmadı. Hele evin opera sanatçısı olmak isteyen kızı oldukça itici geldi. Ayrıca nasıl bir karakterse sürekli bir şeyleri anlamayan ya da şımarıklığa vurup anlamamış gibi yapan hali beni sıktı, uyuttu. Ozan Gözel de ilginç bir oyuncuydu, başka oyunlarda görmek isterim. Dış ses Haldun Ergüvenç de oldukça etkileyici bir sesti.

Oyunun tüm salonu güldüren yeri en sondaki yemek sahnesiydi, gerçi oraya kadar gene güldüğümüz yerler oldu Nazım Hikmet'in kara mizahı içinde. Ayrıca oyuncuların sondaki pozları da hoş düşünülmüştü. Ancak sonlardaki keyif belki tüm oyun boyunca olmadığından bu sefer salonca ayakta alkışlanmadı eser, sanırım eksik bir şeyler vardı. Gene de devletin tiyatrosunda bir Nazım Hikmet oyunu görmek güzeldi.

23 Nisan 2010 Cuma

Büyükada

Dün 23 Nisan'da Büyükada'nın tepesindeki Aya Yorgi kilisesine gitme geleneği olduğunu öğrendim ve hava da harika olunca gitmeye karar verdik. Açıkcası gitmeden önce sadece normal zamandan farklı olarak yere ip bırakarak kiliseye çıkacağımızı ve geleneksel şekilde mum yakıp aşağı ineceğimizi düşünüyordum. Gerçi Aya Yorgi'ye yıllar yıllar önce ben daha çok küçükken yorgun bitkin bir kez çıkmıştım :)

Ada'ya gitmek için bir gün önceden internetten seferlere baktım, ama sonradan sabah sahile yürüyüşe inen dayım ve kuzenimden aynı anda 3 motorun büyükadaya kalktığını öğrendim, yani motor-vapur bekleme gibi bir problemimiz olmayacaktı :) Biz binerkende (1 gibi) motorlar 10dk'da bir kalkıyordu...Böyle yoğun yolcu taşımasının sonunda ada ne haldedir tahmin edilebilir, ama ben bu kadarını beklemiyordum açıkcası. Faytonda neredeyse iskeleye uzanan bir kuyruk, dondurmacılarda ise onlarca kişinin beklediği kuyruklar vardı. Hava sıcaklığından olsa gerek waffle'a rağbet azdı bizde ona ilgi gösterdik, ama uyarmamıza rağmen malzemeden kıstılar(talep o kadar yüksekti ki, umurlarında değildi iyi hizmet). Fayton kuyruğunu görünce yukarı yürümek zorunda olacağımıza karar verdik ve yürümeye başladık, arada denizden esen yoğun motor trafiğinin sonucu ağır mazot kokusu ve atların yaydıkları kokularını saymazsak uzun fakat güzel bir yürüyüşten sonra bir miktar yolu da boş bulduğumuz faytonla gittikten sonra adanın yukarısındaki meydana ulaştık. İşte asıl olay burada başlıyor, önümüzde 200 metrelik dik ve silme insan dolu bir yokuş....

Bu ipler de neyin nesi diyor insan ağaca dolanmış oradan yokuşu tırmanan ipleri görünce. Orada bir teyze makara ipler satıyor elinde üç renk kalmış kırmızı, yeşil, beyaz.... Bize kırmızı veriyor her türlü olumlu şeyi sıralıyor bunları sağlar diyor, peki diyip alıyoruz makaraları elimize. Makarayı aşağıdan ağaca bağlayıp yukarı kadar makaradan serbest bıraka bıraka kiliseye çıkıyorsun, sonra da dileğin gerçek oluyormuş; ama bizim ip hemen bitti napalım oracıkta bırakıyoruz makaramızı. Zaten zor oluyor hem iplere dolanmadan yürümek hem de makaradan ip bırakmak. Daha yukarılarda teyzeler de şeker dağıtıyorlardı, meğerse dilekleri gerçek olmuş diğerlerininki de gerçek olsun diye yapıyorlarmış bunu :) Nasıl bir inanç nasıl bir azim görmeden anlaması güç. Meğerse sabah dokuzdan beri böyle yoğunluk varmış.En sonunda kiliseye ulaşıyoruz ve bu seferki kuyruğa içeri girebilmek için mecburen giriyoruz. İtiş kakış bağırış şeklinde güneş altında yarım saat civarı beklemeyle kiliseye giriyoruz, mumları dikiyoruz. Gene teyzeler var şeker dağıtan bir de getirdikleri kağıtlara bir şeyler yazan, meğerse bir de dilek kutusu varmış kağıda dileklerini yazıp kilise duvarlarına sürüp kutuya atılıyor dilekler. Bir de 10 kuruşları duvarlara camlara sürüp çerçevelere diziyorlardı onu çözemedim, ama papazı çok kızdırdırlar, tüm paraları yere attp bağırdı kadın yoğun topluluğa...
Sonunda kiliseden çıkıyoruz, balkon gibi bir yere orada fotoğraflar çekiliyor, tam kiliseye ait alandan çıkarken duvara sıkıştırılmış şekerleri görüyoruz. Oradan çıktığımızda ise kilise çevresindeki duvarlarda mumlar ve şekerler var. Bir de ağaçlara çaput bağlanmıştı, Meryem Ana Kilisesi misali. Yani dilek dilemek için akla gelen gelmeyen her şey yapılıyordu 23 Nisan'da adada. İlginç bir 23 Nisan'dı benim için ne meclisin kuruluşu yıldönümüyle-ulusal egemenliğimizi kazanmamızla ilgili bir şey izledim ne de çocuk bayramıyla ilgili, ülkeden koptum şehirden koptum sadece adadaydım kayıptım sanki...
Türk Bayrağı hariç, fotoğraflar benim eserim ve tabii ki o gün adada olanların :)

21 Nisan 2010 Çarşamba

Tehlikeli Oyunlar

Dün İTÜ Maçka Yerleşkesi'nde Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar adlı romanından sahnelenen tek kişilik oyunu izledim.

Harika yazılmış oyunu sesini, hareket ve mimiklerini mükemmel kullanan bir oyuncudan Erdem Şenocak'tan görünce iki saatten fazla zaman nasıl geçti anlamak zor. Başta tek kişilik ve iki perdelik bir oyun olunca o günkü yorgun halimle kesin uyuklayacağımı düşünmüştüm ama korktuğum başıma gelmedi :) Ayrıca bu oyun sayesinde Oğuz Atay'ın kitaplarını okumaya karar verdim. Benden söylemesi, KAÇIRMAYIN :)
Oyunun-romanın konusu sitede şöyle verilmiş:

“Tehlikeli Oyunlar”, Hikmet Benol karakterinin varoluş mücadelesi üzerinde şekillenen ve diyalogtan monoloğa, ben-anlatıcıdan tanrısal-anlatıcıya, mektuplardan günlüklere ve şiirlere, didaskalilerden kaleydoskopik görüntüler oluşturan bilinç-akışlarına kadar birçok yazın tekniği ve türüyle anlatım olanaklarının sınırlarının zorlandığı uzun soluklu bir romandır.

Oyunu görmek için hala vakit var:
23 NİSAN CUMA 20:00
24 NİSAN CUMARTESİ 19:00

İTÜ Maçka Kampüsü İşletme Fakültesi Tiyatro Salonu

Rezervasyon:
info@seyyarsahne.com / 0531 696 41 09

18 Nisan 2010 Pazar

Coriolanus

William Shakespeare tarafından yazılmış tragedyayı dün Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesinde 15'lik iki gençle :) izledim. Oyunun konusu şehir tiyatroları sitesinde

"Yenilmez bir asker olan Casius Marcius'un Roma'nın düşmanları Volsyalıları yenilgiye uğrattıktan sonra onurlandırılışını, halka beslediği ölçüsüz kininden dolayı Roma'dan nasıl sürgün edildiğini, Volsyalılar ile birleşerek Roma'ya yürüdüğü esnada, annesinin ricasıyla bundan vazgeçerek düşmanları tarafından öldürülüşünü anlatıyor."

şeklinde verilmiş. Corioli fatihi anlamına gelen Coriolanus, Romalı komutan Caius Martius'a Corioli şehrini fethedince veriliyor, oyunun adı da buradan geliyor.
Biletleri alırken gördüğüm yorumlar oyunun çok başarılı olduğu yönündeydi, bende tereddütsüz aldım. Oyun başlayınca en beğendiğim sahne kullanımı oldu, biz önlerdeydik ama gerek köprüde gerek sahnede oynarlarken oyuncuların tüm seyirciyle göz teması kurdukları aşikardı. Halk olarak gelen kalabalığın içinde birisi(Cemal Ahhan Şener) otomatik tekerlekli sandalyedeydi, izlerken sandalyeyi başarılı kullanımı nedeniyle engelli olduğunu sandık, hatta ne güzel engeli engel değil diye düşündüm; ama sonda sandalyesiz gelince bunun rol gereği olduğunu anladık, ama bir ilişki kuramadık. Kostüm ve makyajlar oyunun karanlık hikayesini ilgi çekici hale getiriyordu. Oyunculardan Coriolanus'u oynayan Hüseyin Köroğlu muhteşemdi, daha önceden de sahnede izlediğim ve burada oyunculuğunu daha çok beğendiğim(sanırım birini ikinci kez sahnede görünce tanıdık gibi geliyor daha çok ilgimi çekiyor) Bora Seçkin, Cominius rolündeki Doğan Altınel oyunculuklarıyla dikkatimi çekti. Küçük çocuksa çok sevimliydi ama bir o kadar da hazırlıksızdı.

Tüm başarılı oyunculuklara ve görselliğe rağmen bir şeyler eksikti, ya da oyun çok uzundu ve ben uyukladım, yanımdaki 15'liklerse konudan bir şey anlamadı. Ancak bis sırasında oyuncular seyirciyi tam anlamıyla coşturmayı becerdiler, bu sayede oyundan mutlu ve memnun çıktık.

Ayrıca aynı oyunun filminin çekilmekte olduğunu da buradan öğrendim, gerçi konu ilgimi pek çekmedi ama Gladyatör hayranlarının ilgisini çekebilir.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Coco avant Chanel (2009)

Tüm kadınların kabarık tüllü elbiseler, sıkı korseler ve tüylü abartılı şapkalarla dolaştığı devirde, kendi tasarladığı sade düz kumaşlı ve rahat elbiseleri ile abartıdan uzak şapkalarıyla farklı, önce yaptığı şapka, sonra da elbise tasarımlarıyla Paris'te ünü hızla yayılan Gabriella'nın Kabare şarkıcısı Coco'dan ünlü modacı Chanel'e yükselişinin öyküsünü anlatıyor. Chanel rolünde Amélie ile ünlenen Audrey Tautou baş rolde.
Bir önce izlediğim filmdeki Charlotte gibi Coco da çok sık ve çok şık! sigara içiyor, peşpeşe denk geldiği için mi dikkatimi çekti yoksa fransız kadınları gerçekten böyle mi bilemedim :)

16 Nisan 2010 Cuma

Ma femme est une actrice (2001)

Yvan Attal'ın kendi hayatından yola çıkarak yazdığını tahmin ettiğim, oyuncu bir kadınla(ya da erkekle) evli olmanın nasıl bir şey olduğunu komik bir şekilde anlattığı ve fazla para harcamadan başarılı olduğu güzel film. Önceden izlediğim 2004 yapımı filminde olduğu gibi, karısı Charlotte Gainsbourg ile birlikte başroldeler.

****Buradan sonrası filmle ilgili bilgi içerir****
Filmin içinde çekilen filmde, oyuncu kadın bir sahnenin çekilmesini istemeyince yönetmeni ikna etmek için için biraz da geyiğine, kendini rahat hissetmesi için herkesin kendi gibi çıplak olmasını istediğini söylüyor ve bir gün sonra çekime geldiğinde isteğinin gerçek olduğunu görüyor.

Filmden aklımda kalan komik bir söz: "Kadınlar otobüs gibidir biri gidince arkadan yenisi gelir."

Gülüm (2003)

Televizyonda kadroyu görünce (Tarık Akan, Okan Bayülgen, Rutkay Aziz, İdil Fırat, Güler Ökten, Nebahat Çehre, Sümer Tilmaç) izlemeye başladığım türk filmi.. İzlerken D-Smart'ın infosunda 2006 yılı filmi yazdığı için sürekli aklımdan 4 yıl önce bu kadar eski mi görünüyordu her şey(giysiler, mekanlar, cep telefonları) diye düşünmeden edemedim :)

Evliliklerinin 5. yılına girmeye hazırlanan Aslı ile Sinan'ın evliliğinde sorunları vardır, ama bir taraftan da anne-babaları ısrarla torun istemektedir. Biri mükemmel ama karısı tarafından terk edilmiş ezik ama insancıl bir adamın çapkın oğlu, diğer yanda karısına insan gibi değer vermeyen çapkın bir adamın kızı...
Filmin özü son 15-20dk'ya kadar mutlu evlilik yoktur, ama bir yerden sonra türk filmlerindeki klasik sıcak aile konusuna dönüyor. Oyuncuların hatrına, vakit doldurmalık izlenebilir...

15 Nisan 2010 Perşembe

The Box (2009)

Öğretmen ve NASA çalışanı bir çiftin kapısının önüne bir kutu bırakılır, kutuyla gelen notta düğmeye basarlarsa bir milyon dolar kazanacakları yazmaktadır. Ancak düğmeye basmaları halinde dünyanın herhangi bir yerindeki tanımadıkları biride ölecektir. Oldukça ilginç görünen konuya rağmen ilk yarısından sonra film saçma sapan bir hal alıyor ve oldukça sıkıcı ilerliyor. Ayrıca oyuncu seçimi de oldukça başarısız, artık 40 üstü gösteren 39 yaşındaki Cameron Diaz ile en fazla 28 gösteren 38 yaşındaki James Marsden'i karı-koca olarak karşımızdalar.

Neyse, filmin yönetmeni Richard Kelly'nin asıl Donnie Darko'sunu izlemek epeydir aklımda bakalım o nasıl çıkacak...

14 Nisan 2010 Çarşamba

Monster's Ball (2001)

Basit ve normalde ilgimi asla çekmeyecek bir konusu olan film, ilk 15 dk'sıyla, hiç bir şey anlamadan izlememe rağmen, bana devam kararı aldırdı ve sanırım ilk kez bir dram filmini beğendim. Önce HD kalitesinde izliyorum diye sevdiğimi düşünmüştüm ama sonra bunun yönetmenden (Marc Forster ) kaynaklandığına karar verdim. Ki önceden izlediğim Finding Neverland (2004)ve The Kite Runner (2007) filmlerini de çok beğenmiştim. Ancak belirtmeden geçmeyeyim, film ailecek izlemeye uygun değil ve büyük ihtimal 18+ olarak sinemalarda gösterime girmiştir.
****Buradan sonrası filmle ilgili bilgi içerir****

Filmin konusu ise, babadan oğula(zenci düşmanı olan ve) infaz memurluğu yapan adam(Hank-Billy Bob Thornton)ın oğlu(Heath Ledger)na bu iş uygun değildir ve gerçekleştirdikleri ilk infazdan sonra intihar eder. Tesadüfe bakın ki sonradan, infaz edilen adamın karısı(Halle Berry) ve oğlu eve dönerlerken çocuğa araba çarpar(sonradan kadının oğlu da ölür) ve Hank onlara(kadına!) yardım eder...

$9.99 (2008)

Avustralya yapımı stop-motion çekilmiş 78 dakikalık içi çok dolu yapılmaya çalışılıp bence pek başarılamamış, görüntüleri değişik bir animasyon film.


Film adını, 9.99 dolara satılan, vaadi hayatın anlamını anlamayı sağlayan kitaptan alıyor. Filmde bu kitabı alan Dave, abisi, babası, babasının para vermediği dilenci ve onların komşusu yaşlı bir adamın değişik hikayesi anlatılıyor.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Vavien

Engin Günaydın'ın gerçek hayatından esinlenerek yazdığı, Taylan biraderler yönetimindeki psikolojik ve karamizah yüklü film....

Dramın içine akıllıca yerleştirilmiş mizahı bir türk filminde görmek insanı mutlu ediyor, ama nedense -sanırım dünkü ruh halim bu film için uygun değildi- ortadan sonra dikkatim dağıldı ve başka şeylerle uğraşarak izledim bu nedenle yorumum ancak bu kadar oluyor. Ancak isteyene filmle ilgili çok sayıda yorum internette çeşitli kaynaklar(mesela ekşi'de, sinemalar'da)da mevcut.

11 Nisan 2010 Pazar

Ils se marièrent et eurent beaucoup d'enfants (2004)

İsrail asıllı fransız yönetmen Yvan Attal'ın New York, I Love You'daki çektiği bölümü çok beğendiğim için diğer filmlerini izleme kararı almıştım. Bu (Türkçe adıyla "Sonsuza dek mutlu yaşadılar") ise ondan bir önceki filmi, diğer filmlerindeki gibi kendi de oynuyor. Filmin konusu ise dört erkek arkadaşın eşleriyle-sevgilileriyle olan ilişkileri üzerinden evliliğin sorgulanması... Kısacık ve önemli bir rolde Johnny Depp de var. Esprili bir anlatımla karmaşık ilişkiler, eğlenceli değişik bir film...

****Buradan sonrası filmle ilgili bilgi içerir**** Adamların üçü evli, ikisinin çocuğu var, bekar olan çapkın, diğer evli olan hintli garip bir hayatları var... En mutlu görünen çocuklu ailede erkek karısını aldatıyor, kadın başka birine aşık oluyor. En mutsuz görünen, sürekli kavga eden çocuklu çiftte adamın aldatma planı olsa da bir sadakatsizlik olmuyor. Çapkın olansa bebeği olacağını öğreniyor... Filmde yemek masasında birbirilerine yumurta, sos, ketçap, krem şanti vb maddeleri attıkları sahne oldukça ilginç ve eğlenceliydi. Karmaşık ilişkiler, esprili anlatım ve nispeten kadın izleyiciyi mutlu eden son :)

9 Nisan 2010 Cuma

Perrier's Bounty (2009)

Getirin Kellesini adıyla film festivalinde gösterilen İrlandalı yönetmen Ian Fitzgibbon'un filmi dün iksv film festivali kapsamında gösterildi. Normal hatta sıkıcı biraz da ezik sayılabilecek bir hayat sürerken belalı bir gangstere borcunu ödemesi için 1 gün süre tanınan Michael (Cillian Murphy), para bulmaya çalışırken başına pek çok trajikomik olay gelir. Komedi ve suçun birarada olduğu filmler içinde en iyilere girebilecek karamizah yüklü bu filmi yer varsa bu akşam da izleyebilirsiniz.

****Buradan sonrası filmle ilgili bilgi içerir****
Filmdeki komikler

"-I save your life
-You only save my legs, but it cause me my life"

Araba bağlayıcı adamların olduğu tüm sahneler...

Uyursa öleceğine inanmış babanın uyanık kalmak için granül kahveyi katı halde yiyip üstüne su içmesi, bu da yetmeyip kendine tokat attırması..

6 Nisan 2010 Salı

Reservoir Dogs (1992)

Bugünkü festival filmim Quentin Tarantino'nun Rezervuar Köpekleri'ydi. Salonda bir festival filmine göre oldukça fazla boş yer vardı, bir kısmı gelmeyenler, bir kısmı satılmayanlar... Tüm sinema ekranını kaplayan genişlikteki kopya, Flamanca ve Türkçe altyazılıydı, ve sanırım eski olduğundan başta biraz garip şekilde çizikliydi.

Oldukça sağlam diyalogları, çeşitli renklerde takma adları olan havalı adamları, bol miktarda ince esprileriyle imdb'nin en iyi 250 film listesinde nasıl 63. olduğunu kanıtlıyor. Fakat hareketli sayılabilecek olaylara(karnından vurulduğundan acı çekerek kan içinde yatan adam, kulağı kesilen polis gibi) rağmen genelde depoda geçen filmde fazla aksiyon yok, sanırım bu da benim uykumu getirdi.

Başta da dediğim gibi son zamanlarda izlediğim en sağlam diyaloglu filmdi, ah bir de uykum gelmeseydi...

5 Nisan 2010 Pazartesi

Fish Tank (2009)

Bugünkü ve festivaldeki ikinci filmim 13:30 seansı gene Kadıköy sinemasındaki BAFTA'dan çok sayıda ödül kazanmış İngiliz filmi Akvaryum'du. Kısa filmi Wasp(2003) ile Oscar almış Andrea Arnold'un filmi, bana uzun zamandır yaşamadığım bir filmi izledikten sonra farklı(olumlu bir farklılık bu) ruh haline sokmayı başardı. Genelde küçükken gittiğim animasyon filmler bu etkiyi yaratırdı, bu filmin nasıl başardığını çözemedim :).

Filmin özellikle başlarında yoğun İngiliz aksanı bazen hangi dilde konuştu diye bir anlık boş baktırdı, zaten altyazılar da özellikle sonlarda epey eksikti, hatta çevirenin takma adı yazdı sonda (altyazı sitelerindeki gibi) salonda bir kıkırdama duyuldu, ama o adı şimdi hatırlayamıyorum, altyazılar sanki film koymadan hemen önce alelacele hazırlanmış gibiydi.
Filmin konusuna gelirsem 15 yaşındaki Mia, ilgisiz annesi ve arada küfür etmek dışında fazla sesi çıkmayan kız kardeşiyle beraber yaşamaktadır. Mia eşofman ve spor ayakkabıyla gezen, arkadaşı olmayan, sinirini bozan kıza kafa atıp burnunu kırmaktan çekinmeyen, dansa meraklı , içkiye hasta, asi bir genç kızdır. Annesinin yeni erkek arkadaşının eve taşınmasıyla, hayatları değişir. Anne artık evi temizleyip düzenlemekte ve yemek yapmaktadır, annenin yakışıklı sevgilisi(Michael Fassbender) ise kızlara babalık etmekte, ayrıca Mia'nın dans yeteneğini teşvik etmektedir. Ancak kısa süre sonra Mia'ya farklı gözle baktığını Mia da farkeder, olaylar gelişir. Olan çetrefilli olaylardan sonra sonunda güzel bağlandığı için ve biten filmin ardında bıraktığı o değişik ruh hali sebebiyle sevdim filmi...

Sweetie(1989)


29. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında bugün 11:00 seansında Kadıköy'de izlediğim, Avustralya yapımlı filmin yönetmeni Jane Campion. Filmin ne yönetmeni ne de oyuncularını tanıyordum, "30 YILIN EN İYİ İLK FİLMLERİ" kategorisinde olunca izleyeyim deyip bilet almıştım, iyi de yapmışım :)

****Buradan sonrası filmle ilgili bilgi içerir****

Filmin başında yaşlı bir kadın, Sweetie'nin ablası Kay'e çay falı bakıyor ve şaşırarak falında alnında soru işareti olan bir erkek çıktığını söylüyor. Ertesi gün Kay'in iş yerinden bir kız nişanlandığını ilan ediyor, ama o da ne!? Kızın nişanlısı Kay'in falındaki alnında soru işareti olan adam! Böylece Kay'in ilişkisi başlıyor, buraya kadar her şey mutlu ve romantik komedi tadında. Ama bir yıllarını doldurduktan sonra sorunları başlıyor, odaları ayırıyorlar ve bunun üstüne bir de Kay'in aşırı sorunlu ve tek amacı gösteri dünyasında yeralmak olan kızkardeşi Sweetie yapımcı sevgilisiyle ansızın Kay'lere yerleşiyor. Böylece işler daha karmaşık bir hal alıyor. Bir taraftan sinir bozucu derecede düşüncesiz Sweetie'ye sinirlenirken diğer taraftan yaptıklarına gülebiliyorsunuz. Gergin ilerleyen konuya rağmen aralara akıllıca yerleştirilmiş bol miktarda güldüren gülümseten sahne mevcut. Ayrıca komşunun harika rol yapan küçük sevimli oğluyla olan sahnelerin hepsi çok eğlenceli, mesela şimdi aklıma gelen çocuk görmesin diye mutfakta eğilerek cam önünden geçmeleri, daha komikleri de vardı ama aklıma gelmiyor ne yazık ki... Bir yerden sonra ağır psikolojik sorunlar insanı bunaltabiliyor, bu nedenle filmin sonunda küçük çocuğa bir şey olsa filmden nefret edebilirdim, ama ağaç ev yıkılınca çocuğa bir şey olmuyor, Sweetie ölüyor(hatta Sweetie ölünce salonda birisi çok şükür bile dedi, o kadar bunalttı bizi Sweetie :D ).


****Buradan öncesi filmle ilgili bilgi içerir****

Teknik olumsuzluk olarak filmin yarısından sonra kayıtta ses bozukluklarını ve en baştaki kısa bir süre boyunca altyazı senkronizasyon sorununu sayabilirim.

Bu filmde Kay'in bir sürü at şeklinde biblosu var, bu filmin peşine izlediğim Akvaryum'da da kız at öldü diye ağlıyordu... Peşpeşe izleyince ortak nokta ya da noktalar muhakkak çıkıyor :D

4 Nisan 2010 Pazar

7 Kocalı Hürmüz (2009)






























Sevdiğim oyuncularla dolu (Haluk Bilginer(gene mükemmeldi), Nurgül Yeşilçay, Gülse Birsel, Erkan Can(oyunculuğu için Pamuk Prenses 2 mutlaka izlenmeli), Müjdat Gezen, Sarp Apak ve daha pek çok meşhur sevilen tiyatro kökenli oyuncu) olduğundan olumsuzlara takılmadan izledim.
Film için kurulmuş mahalledeki asimetrik evler, kocaların değişik şiveleri ve her kocaya ayrı rol yapan Hürmüz(Nurgül Yeşilçay) için izlemeye değer... Kadınların hamam eğlencesine özendim keşke burda olsa da katılsam dedim, sonra jenerik müziği (lay lay ay ay şeklinde giden) de epey eğlenceli kıldı filmi. Ama keşke şarkıları da kendileri söyleyebilselermiş (Nurgül Yeşilçay yapabilirdi sanki, ama Gülse Birsel'den pek ummuyorum şarkı söylemesini).
Ancak bir kereden fazla izlenebilecek bir film değil, sonlara doğru bitsin hissi uyandırıyor. Nedense izlerken aklıma Kahpe Bizans geldi geyik hali biraz onun gibi ama sürekli izlenebilme açısından değil bu film, gene de eğlenceliydi ve izleyip görmek iyi oldu.

Bir festival daha

17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festival'nin biletleri dün itibariyle satışa sunuldu, dedim ne güzel öğrenciler 20 liraya yabancı oyunları izleyebilecek (ki bir tanesinde John Malkovich sahnede olacak, gerçi ona yer kalmamış). Sonra baktım ki öğrencilere salondaki en kötü yerde en arkanın en köşesinde ya da balkondaki kısımda az sayıda koltuk ayrılmış. Bence en azından salondaki alt kategori kısmında, Finding Neverland filmindeki gibi karışık şekilde dağıtılmalıydı o koltuklar.

Yabancı oyunlar için indirim oranı düşünülünce gene bir derece değebilir ama yerli oyunları 5-10 lira ucuza izlemek için en arkada olmak pek göze alınacak gibi değil. Yerli oyunlar birazcık daha para verip kendi salonlarında oyuncuların yüzleri, mimikleri görerek izlenebilir. Yabancılar içinse öğrenci biletlerinin tükenmiş olduğunu tahmin ediyorum.
16 Nisan tarihli ekleme:
Bu festivalle ilgili ayrıntılı(eleştiri içeren) bir yazı okumak isterseniz Melih Anık'ın bloguna...