31 Aralık 2010 Cuma

Salt (2010)

Aksiyon filmi izlemek isteyip, fazla beklenti olmadan bir film arandığında güzel vakit geçirtip içindeki olay örgüsüyle birazcık da ne olacak diye düşündüren Avustralya'lı yönetmen Phillip Noyce tarafından çekilmiş bir yapım. Film, CIA ajanı Salt'a Kore'liler tarafından yapılan işkence görüntüleriyle başlıyor ve olayın üstünden bir yıl geçtikten sonra yakalanan Rus bir adamın dedikleriyle Salt'un CIA'den kaçısına dönüşüyor.

Ajan Salt'un geçmişi düşünüldüğünde(izleyen anlar :) ) bence Angelina Jolie'nin karakteristik yüzü hikayeye çok uyuyordu, ancak zayıflığı o hareketleri yapmasının imkansız olduğunu hissettiriyordu. Bir de Salt'un aynı eğitimlerden geçmiş bir sürü başarılı ajanı-casusu tek başına alt etmesi ise filmin en saçma kısmıydı. Gene de  beklentisiz aksiyon filmi izleyesi olana tavsiye edilir.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Law Abiding Citizen (2009)

Sakin, kendi halinde görünen ailenin hayatı eve giren iki adamın saldırısıyla değişir. Bu adamlar ailedeki kadını ve küçük kızı tecavüz ederek öldürür. Geriye sadece Cylde(Gerard Butler) kalır, eşini ve küçücük kızını bu facia ile kaybeden...

Başına başkaları tarafından kötü olaylar gelen her vatandaş gibi, devletine güvenir, avukat tutar ve olayı yapan adamları devletin cezalandırılmasını umar. Ancak mahkeme sonunda adamlardan biri beş yıl ile serbest bırakılırken, diğeri de acısız idama mahkum olur. Bütün hayatı mahvedilmiş birine, hayatını mahvedenlere biçilmiş bu ceza, Cylde'ı suçluları ve adalet sistemini ceza vermeye iter ve akılmaz olaylar gelişir.

Bir adamın mantıken bu kadar olayı tek başına yapması ve önlenememesi imkansız olsa da, adalet sisteminin çarpıklığını yansıtan film iyi ki çekilmiş dedirtiyor. Tüm sahneleriyle çok etkileyici, olay örgüsüyle heyecanlı bu film izlenmesi gerekenlerden. Tüm ülkelerde daha adaletli bir adalet sisteminin olması dileğiyle...

24 Aralık 2010 Cuma

The Crow (1994)

Dark City ile sahne benzerlikleri hissettiren, sonradan bakınca bunun dönemden değil yönetmeninden ve görüntü yönetmeninden kaynaklandığını farkettiğim, izlediğim ikinci Alex Proyas filmi. Konusu, nişanlısıyla mutlu mesut yaşayan adamın şehrin serserileri tarafından saldırıya uğrayıp öldürüldükten sonra mezarına konan bir karga sayesinde canlanıp serserilerden öc almasını anlatıyor.

Bazı filmleri(mesela Donnie Darko, The Big Lebowski) izlerken "kesin döneminde efsanedir" diye düşünürüm, bu da onlardan. Böyle filmler her dönemde aynı etkiyi yaratmıyor olsa da, özellikle bu filmde kesinlikle izleyeni etkileyen bir şeyler var. Zaten film çekimlerinde Brandon Lee'nin yanlışlıkla gerçek mermi doldurulmuş bir silah yüzünden sette ölmesi, filmi daha çarpıcı yapmakta ve filmin üzücü bir şekilde hatırlanmasına neden olmaktadır.

23 Aralık 2010 Perşembe

Tehlikeli İlişkiler

Salona ilk girildiğinde sahneyi kaplayan perde yerine  gene tüm sahneyi kaplayan kocaman 3 parça ayna karşılıyor bizi... Sonradan oyun sırasında görülüyor ki bunlar kendi merkezlerinde 360 derece dönebilen çift taraflı aynalar, ve arkalarında gene ayna ve üzerine projeksiyon cihazından çeşitli görüntülerin yansıtıldığı perdeler var. Böyle ilginç bir sahne tasarımı Numen/Sven Jonke tarafından yapılmış. Oyunda aynaların kullanımı da gene çok başarılı ve ilgi çekic, yönetmense Üsküp'lü Aleksandar Popovski. Göz kamaştıran kostümleri Angelina Atlagic tasarlamış. Dikkat çeken diğer bir görsel detaysa takıların pırıltısıydı.

Choderlos de Laclos'nun romanından uyarlanmış oyun, 18. yüzyıl sonlarındaki ikiyüzlü Fransız aristokratlarının ahlaki değerlerden yoksun ilişkilerini anlatıyor. Özellikle popüler dizilerden tanındık Levent Üzümcü çapkın Vicomte de Valmont rolünü, Tomris İncer'se Madame de Rosemonde'u çok iyi oynuyor. Oyunun diğer  dikkat çekenleriyse Madame de Marquise kötü kadın rolünde Şebnem Köstem, manastırdan yeni gelmiş kız Cécile rolünde Ece Özdikici ve Madame Marie de Tourvel namuslu evli kadın rolünde Selin İşcan'dı. Bir de Coriolanus'taki rolüyle dikkat çeken Cemal Ayhan Şener genç delikanlı rolündeydi.

Oyunun başarısının bir ölçüsü de sonradan konuşulmasıdır, ki bu oyun hakkında konuşturuyor. Mutlaka izleyin, mümkünse benim gibi ön sıralardan izleyin oyuncularla göz göze, birebir size oynuyormuşçasına hissederek.

Ayrıca aynı romandan uyarlama 1988 yapımı 3 Oscar kazanmış film Dangerous Liaisons de izlenebilir.

21 Aralık 2010 Salı

Kabak Püresi


* 2 çorba kaşığı tereyağı
* 3 çorba kaşığı un
* 3 büyük boy kabak (hafif soyulup küçük küçük doğranmış)

Önce kabaklar çok az miktarda suda haşlanır, yumuşayınca ezilir. Cezve ya da tavada tereyağı eritilip, un eklenip kavrulur ve karışım ezilmiş kabaklara ilave edilir. Üzerine bir miktar tuz konur, karıştırılır, püremiz hazırdır. (İsteyen üzerine sırayla biraz süt ve kaşar da ekleyebilir)

Annenin yaptığı dondurucuda bekleyen köfteler ve sigara börekleri kızartılıp yanına konur ve afiyetle yenir :)

Menemen

Malzemeler:
* 4-5 tane biber (tohumları çıkartılıp küçük küçük doğranmış)
*2 tane orta boy domates (ince ince dilimlenmiş)
*1 tane yumurta

Tek kişilik menemen yapmak için önce bayramdan evde kalmış, tarla ürünü karışık özellikteki sağlam biberleri çok az miktarda ayçiçek yağında kavurdum(şu aralar kırmızı dolmalık biberlerle benzer lezzet elde edilebilir). Sonra domatesleri ekleyip pişirdim. Üzerine tuz ve çırpılmış yumurta ekleyip pişmesini bekledim.

Biberler sayesinde(mevsim sebebiyle domateslerin hali malum) harika menemen yemeye hazırdı. Yapacak olanlara şimdiden afiyet olsun :)

20 Aralık 2010 Pazartesi

Chloe (2009)

Dışarıdan mükemmel görünen bir aile: jinekolog kadın(Bir türlü izleyemediğim A Single Man filminin başrol kadın oyuncusu rolünde de oynamış Julianne Moore), profesör adam, müzisyen ve sporcu oğul ve harika bir ev... Ancak orta yaş krizine giren koca ve ergenlik dönemindeki oğul sebebiyle, mükemmel hayatı var gibi görünen kadın kendini bunalımda bulur ve ilginç bir yola başvurur, bir eskort kızla(Mamma Mia! filminin yıldızını oynamış Amanda Seyfried) anlaşır. Filmin konusu bu noktada değişik bir aile dramına dönüşür, çok şaşırtıcı olmasa da izlenince beklenti karşılayacak bir film.
Konu daha önce 2003'te Nathalie adı ile filme alınmış, bu versiyonunu Atom Egoyan çekmiş. Film bende, yönetmenin bol ödüllü The Sweet Hereafter filmini izleme merakı uyandırdı.

19 Aralık 2010 Pazar

2019

Ferhan Şensoy'un yazıp yönettiği, 2019 yılında eğer Türkiye bir islam cumhuriyetine dönüşürseyi ortaoyuncularla birlikte canlandırdığı yoğun karamizah öğeli güzel oyun. bir sürü komik dini detayla dolu oyunu üçüncü kez izlemeye gelenler bile vardı.

Gitmeden önce bazı yorumlar, oyunun-esprilerin Şensoy seviyesinin altında olduğunu söylüyordu, ama ben oyundan da oyunculuklardan da gayet memnun kaldım(zaten canlı performanslara, oyunda sıkılmadığım sürece kötü yorum yapamıyorum). Bir de en son 2007'de bir oyununa gittiğimde zayıflamış ve cildi kırışmış halde görüp üzüldüğüm Ferhan Şensoy'u bu sefer çok iyi gördüm, o da oyundan alınan mutluluğu perçinledi.

Fazla yorum yapamıyorum gidin görün :)

14 Aralık 2010 Salı

Havuçlu Brokoli

Soğuk havaların hastalık dağıttığı şu günlerde vitaminli besinler en büyük ilaç :) Ben de bugün brokoli pişirdim, belki hastalığın ayak seslerini birazcık ötelemişimdir bu sayede... Hem lezzetli hem besleyici hem de sevimli şu brokoliyi insanlar neden sevmez anlamam hiç.

Malzemeler:
* 1 tane soğan (yarım halka şeklinde doğranmış)
* 1 tatlı kaşığı biber salçası
* 1 tane havuç (şekildeki gibi doğranmış)
* 1 büyük buket brokoli (tahminen 350-400 gr)
* Zeytinyağı, sıcak su, tuz, 1 tane kesme şeker

Önce soğanlar zeytinyağı ile kavrulur, sonra salça eklenerek pişirilir. Sonra havuçlar eklenip yumuşayana kadar beklenir. Temizlenip ayıklanıp doğranmış brokoliler ve bir miktar sıcak su ile tuz ve şeker eklenip brokolilerin rengi değişene kadar kısık ateşte kapağı açmadan pişirilir. Yanına pilav, et ya da tavuk gibi bir şeyler daha hazırlanıp afiyetle yenir.

12 Aralık 2010 Pazar

Av Mevsimi (2010)

Dün televizyonda Atilla Dorsay'ı dinleyene kadar hakkında hiçbir iyi yorum duymadığım filmi asla sinemada izlemem diyordum, ama asla asla dememek gerek :) Sinema teklifi gelen aileden üç kişiyi kıramayarak, bir kez daha sinemada izlemem dediğim bir türk filmini izledim (itiraf ediyorum aslında Yavuz Turgul-Şener Şen ikilisi nedeniyle filmi merak ediyordum).

Filmin başında harika görünen bir ormanda bataklığın içinde bir el bulunur. Cinayeti soruşturmaya Avcı(Şener Şen) ve Deli(Cem Yılmaz) lakaplı polisler verilir, bu polisler de yanlarına üçüncü olarak acemi bir polisi (Okan Yalabık) alırlar ve çok çarpıcı olmayan sahnelere sahip katil-polis oynarlar. İlk yarıya bakınca niye kimse sevmedi, ucuz çatışma sahnelerine rağmen sevilecek pek çok şey var diye düşünmeden edemedim.  Mesela  görüntüler(yönetmeni Uğur İçbak) ile komedi filmi olmadığı halde filmdeki güldürücü sahneler çok başarılıydı. Ancak, ikinci yarının ilk 10 dk'sından sonra filmin sonu belli olunca ve ilk yarı zekice kararlar alabilen polisler birden nasıl bu kadar kör oldular diye de sinir olunca., izleyiciyi aptal yerine koyan bu filmden neredeyse nefret ettim, bütün güzel düşüncelerimi yok etti saçma sapan senaryosuyla.

Bir yıl sonra televizyon kanallarında gösterilir o zaman izleyin, en azından Cem Yılmaz'ın karadenizli rolü ve Şener Şen ile o harika orman görüntüsü için. Nedense bu sefer normalde ses tonu nedeniyle bayıldığım Çetin Tekindor ise o kadar keyif vermedi bana.

**spoiler
Bu filmin organ takliyle ilgili bilinçlendirme yaptığını düşünen varsa(ki bence filmin toplum bilincini sağlayacak hiçbir mesajı yok) Inhale filmini izlesin.

11 Aralık 2010 Cumartesi

An American in Paris (1951)

Paris'te yaşayan Amerikalı Jerry(Gene Kelly), küçük ama balkonlu, çok sevimli ve oldukça kullanışlı bir odada kalmakta, yaptığı resimleri satmakta, Parisli çocukları sakızla tanıştırıp onlara şarkılar söyleyip dansederek ingilizce sözcükler öğretmektedir. İlginç adam Jerry, fransız bir arkadaşının nişanlısına aşık olur ve olaylar gelişir.

Sonlara doğru bunaltsa da ilk kısımlardaki keyifli danslar-diyaloglar için izlenmesi gerekli, izleyince mutlu ruh hali garanti :) Bir de film hali bile bu kadar güzelken canlı canlı  izlemek, müzikali balesi nasıldır çok merak ettim, bir denk gelip izlemek gerek.

10 Aralık 2010 Cuma

Prensesin Uykusu (2010)

Çağan Irmak'tan sürekli çevremizde görebileceğimiz insanları ve bu insanların başlarına gelen çevremizde duyduğumuz ya da rahatlıkla duyabilceğimiz olaylardan oluşan; ama bu sıradanlıklara rağmen sıcaklığıyla, insancıllığıyla ve masalsılığıyla kendini izleten bir film Prensesin Uykusu...

Ağacın özsuyunu dinleyecek kadar canlıya-insana bağlı, yüzünün yapısı gereği sürekli gülümseyen,yabancılar tarafından garip biri olarak görünen ancak az ve öz arkadaşı olan, küçük yaşta kimsesiz çocuklar yurdunda yaşamaya başlamış Aziz (Çağlar Çorumlu) ile onun yurttan arkadaşı olan dışa dönük, sosyal, hareketli Neşet (Alican Yücesoy) çocukluklarından beri beraberdirler. Bir gün üst katlarına küçük bir kız çocuğu Gizem ile annesi Seçil (Sevinç Erbulak) taşınır, bir kaza sonucu Gizem bilincini kaybeder ve uykuya dalar. Film Gizem'in yeni taşındıkları evde yeni hayatına başlarken yazdığı bir kaç günlük günlüğündeki isteklerini yerine getirmeye çalışanların başına gelen olayları anlatırken, bir yandan da bu karakterlerin iç dünyasını gösteriyor. Ve tabii ki filmde süpriz bir isim daha var Genco Erkal. Filmin ikinci yarısı karşımıza çıkan Kahraman, bir nevi rol gereği de kahramanlık yapıyor ve Genco Erkal harika oyunculuğuyla filmi çarpıcı hale getiriyor.
Filmi izlemeye karar verme sebebim bu sefer Çağan Irmak değil, tiyatroda izleyip her seferinde oyunculuğuna bayıldığım  Çağlar Çorumlu'ydu, ve tabii gene başarılı tiyatrocu Sevinç Erbulak, ama Irmak filmlerini de hep seviyorum. Gerçi düşününce Çorumlu tiyatroda ayrı bir başarılı, mutlaka gidip canlı izlenilmeli (Marat-Sade, Tarla Kuşuydu Juliet).  Genco Erkal'sa her yerde harika :)

27 Kasım 2010 Cumartesi

Little Children (2006)

 
Ayşe Arman'ın geçtiğimiz günlerde psikolog Emre Konuk'la yaptığı röportajda aldatmayı konuşarak gene birazcık ortalığı karıştırdığını okumuştum. Bunun üstüne aldatmayı aşk hikayesiyle iç içe işleyen bu film, direkt magazinel gündem filmi gibi oldu, ülkemizde Tutku Oyunları adı ile piyasada olan film...

Küçük bir mahallede gündüz iş vakitlerinde çocuklarını gezdiren anneler ve bir tane baba(Brad-Patrick Wilson) var. Bu bir babayla iletişim kurmaya çekinen süslü ev kadınları, sürekli onu izlemektedir. Bir gün bu süslü kadınların yanında başka bir yerden gelme gibi duran erkeksi giyimiyle diğer anne(Sarah-Kate Winslet) cesaretli çıkar ve Brad ile konuşmaya başlar. Sarah kocasıyla çok mutsuzdur, aslında fazla iletişimleri yoktur. Brad ise çok güzel, çok akıllı ve işinde başarılı eşiyle dışarıdan bakıldığında mükemmel görünen bir evliliğe sahiptir, tek sorunları ise Brad'in avukatlık sınavını geçmesidir. Ancak bütün gündüzleri çocuğuyla yalnız geçiren, yaşıtlarından soyutlanmış bu iki ebeveyn, iki çocukla beraber dörtlü olarak takılmaya başlar. Bir tarafta Sarah ile Brad'in aldatma ve yalanlar eşiğindeki aşkı anlatılırken, bir tarafta da mahalledeki pedofili adam ve iyi niyetli annesinin yaşamı ile bu pedofililiye düşman eski polisin arasında geçenler Todd Field yönetmenliğinde anlatılıyor.
Sonuyla, başlangıcıyla, hikayesiyle, işleyişiyle, her şeyiyle çok güzel bir film. Duygusal, romantik, insancıl bir film izlemek isteyenlere şiddetle tavsiye edilir.

25 Kasım 2010 Perşembe

Marat-Sade

Marat/Sade'yi şans eseri ilk gösterim günü Muhsin Ertuğrul sahnesinde izledim. Kısaca özetlemek istersem: ağır bir oyun, kaliteli bir yapım, harika oyunculuklar.. 

Ancak konuyu bilmeden gidince bir de günün yorgunluğu varsa dikkatini veremeyip pek bir şey anlamadan belki de uyuklayarak ilk yarı tamamlanabiliyor. Arada içilen çay sayesinde gösterinin ikinci yarısını pür dikkat izlenip mükemmel oyuncularla keyifli vakit geçirilebiliyor. Oyunun içinde mizah ve trajikomik durumlarsa durumun-konunun bunaltıcılığını hafifletiyor. Konusuysa Fransız Devrimi önderlerinden  Jean Paul Marat'ın öldürülüşünün,  sadizme adını veren Marquis de Sade yönetiminde akıl hastanesindekiler tarafından  oynanmasını anlatıyor.

Marat'yı Küçük Sırlar dizisinde Çet'in babasını oynayan Yıldırım Fikret Urağ, Sade'ı Murat Garibağaoğlu, oyunun "epizooot"larını haberci rolüyle daha önce izlediğim oyunda da oyunculuğuna bayıldığım, Çağlar Çorumlu, cinsel sapkınlığı olan Düpperet'yi Cengiz Tangör, Marat'yı öldürme planları yapan masum kız Charlotte Corday'ı Özge Özder oynuyordu. Bir de şarkı söyleyenlerden ön planda olan kadın oyuncu tiyatroda dikkatimi çekenlerdi.

Konuyu bilip izlenirken tek bunaltıcı olabilecekse, orjinalini Alman yazar Peter Weiss tarafından yazılmış oyunun türkçeleştirilmiş şarkıları (tiyatronun teknik altyapısı olarak ne kadar mümkün bilmiyorum ama izlerken tek aklımdan geçen 'şarkılar orjinal kalıp, türkçe altyazılı sergilenebilirdi' oldu). Yönetmen Ragıp Yavuz'un oyun için yorumuysa şöyle:

" "MARAT- SADE", insanlık tarihine ışık tutan dev bir sosyal devinimden, 1789 Fransız Sosyal Devrimi'nden küçük bir kesit. "Deli"lerin, "akıllı"ları oynadığı bir oyun. Ve, "Akılcı yaşamak kadar büyük bir çılgınlığın olmadığı" bir dünyaya yöneltilen sorular… Savaş adına, paylaşma adına, emek adına, aşk adına, mücadele adına, yaşam ve ölüm adına, seçme ve seçilme adına, iktidar ve güç adına sorular… Bir yanda, kökten devrimci Marat… Yalnız… Kitlelerden kopuk, hasta ve çağının sınıf bilincinden yoksun. Ama tarihin ve toplumsal değişimin yasalarına bağlı. Onlara ait. Diğer yanda, Marquis de Sade... Kökten bireyci… O da yalnız… Ama cebi soru dolu. Çağını kavramaya çalışan her aydının yanıtlaması gereken sorular. Hepimizin yanıtlaması gereken belki... Bize zaman zaman, bireyciliğinin aydınlık yüzünü gösteriyor sanıyoruz. Özgürlükler... Özerklikler… Kendimize karşı sorumluluk… Ama üzerimizde gölgesi büyüyen karanlık yüzüyle de yüzleşiyoruz Sade bireyciliğinin. Atomlaşma... Yalnızlık… Bunaltı… Şiddet… Öfke… Başa çıkılamayan hırs ve ego… Ve, tarihteki duruşları, üstü örtülemeyecek biçimde kabartılanmış bu iki bireyin kıyasıya düellosu… Bir "polemik" oyunu değil "MARAT - SADE". Çünkü, ne bir "dava"yı savunuyor, ne de bir "ahlak tezi" sürüyor ortaya. Ama çağına ve yaşama kafa tutmayı öneren bir değişimden söz ettiği kesin. Bu yargı, Marat'nın ağzından dökülen şu sözlerde gözlenebilir:

"Önemli olan, insanın kendi kendini saçlarından kavrayıp ayağa kaldırması, kendini bir eldiven gibi ters yüz edip, evrene yepyeni gözlerle bakmasıdır…"

İnsan, ister istemez, "Nasıl?" diye sorabilir. P. Weiss, oyununda bunu yanıtlamayı bilgece reddediyor. Bizi, zıtlar arasında ilişki kurmaya ve çelişkilerle yüzleşmeye zorluyor. Bir tek şeyin tanımlamasını yapmak yerine, farklı anlamlar arıyor ve yanıt bulma yükümlülüğünü de "ait" olduğu yere teslim ediyor. Bize… Aktaranı ve izleyeni ile, "tören" yaratacak bir tiyatroya...
Tiyatro, risk almalı… Aktaranı ve izleyeniyle… Artık!.."

21 Kasım 2010 Pazar

Exam (2009)

Büyük bir şirket önemli bir pozisyona eleman almak için başvuran adayları önemli sınavlardan geçirmiş ve son sınava 8 aday kalmıştır. Ancak bu son sınav, filmin ilk dakikalarında bir odada 8 kişinin oturduğu ve önlerinde soru kağıtlarının olduğunu görünce normal zannedilse de, hiç sanıldığı gibi olmayacaktır. Bu sınavın, sınav kağıdına zarar verenin diskalifiye olması gibi değişik kuralları vardır. Ayrıca bu 8 aday, bir iş yerinde karşılaşılabilecek uç karakterlerde, birbirinden farklı ve zeki kişilerdir. Sınav başlamadan adaylara söylenenlerden biri de 80 dk'da önünüzdeki 80 yılınızı planlayın olur. Sınav süresi başlar, ancak soru kağıdında herhangi bir soru görülmemektedir. Böylece zeki adaylar önce sınav sorusunu aramaya başlarlar, tabii kuralları çiğnemeden..

Sadece bir odada geçmesine rağmen merak uyandırak, gizemli ve ilginç bir film. Senaryo yazarı ve yönetmeni Stuart Hazeldine, BAFTA 2010 En İyi İngiliz Sinemacı ödülüne aday olmuş.

Bu tarzda daha iyi film olarak 12 Angry Men (1957) ile El método (2005) izlemeye karar verdim.

19 Kasım 2010 Cuma

Acı Aşk (2009)

Başrolde bir erkek (Halit Ergenç) ve üç kadın (Cansu Dere, Ezgi Asaroğlu, Songül Öden)... Adamın bu üçgenin hangi köşesini seçeceğinin zaman zaman şaşırtan öyküsünü değişik çekimlerle izliyoruz. Sürekli ne saçma sapan olaylar bunlar dedirten bir film olsa da, yer yer yabancı filmlerden çalıntılar barındırsa da, izlerken eğlendiren, izledikten sonra geride boşaltılmış bir kafa bırakan bir film...
Güneşin Oğlu filminin senaryo yazarı ve yönetmeni Onur Ünlü, Acı Aşk'ı yazmış, Kanal D'nin Gossip Girl çakması Küçük Sırlar dizisinin yönetmeni A. Taner Elhan da yönetmiş.

Yüzleşme

Oyun, deniz kıyısındaki bir tren istasyonunda karşılaşan modern görünüşlü ve zeki bir kadın olan Züleyha ile kıro ve paraya düşkün görünen, ancak temiz kalpli bir adam olan Yadigâr'ın tren gelene kadar olan sohbetini anlatıyor. Birbirinden tamamen farklı iki kültürden insanın kişilikleri ile yüzleşmesini konu alan oyun, bunu anlatırken yazıldığı dönem olan 80'leri eleştirirken, günümüzde de pek bir şeyin değişmediğini fark ettiriyor.

Biletleri alırkenki hedefimin aksine Perihan Savaş'ın değil Yadigâr rolündeki  Arslan Kacar'ın harika oyunculuğu ile oyunu zevkle izledim. Kacar aynı zamanda oyunun yazarı ve hapiste geçirdiği yıllarda çok başarılı bir eser yazmış, yazdıktan 23 yıl sonra olsa da oynanmasını sağlamış. Sanırım Perihan Savaş pek hazırlanamamış bu oyun için, çünkü bazen replikleri karıştırıyordu, bazen de rolü rol yapar gibi yapıyordu. Buna rağmen, karamizah içinde sahnelenen bu tek perdelik İstanbul Şehir Tiyatroları oyununun, özellikle Arslan Kacar için görülmesi gerektiğini düşünüyorum.

18 Kasım 2010 Perşembe

Dark City (1998)

Çekildiği dönemde konu ve çekimlerin farklılığıyla efsanevi filmler arasına girdiğini tahmin ettiğim, şimdiki ve gelecek zamanda izlenince ise, ilginç çekimleriyle etkileyici, ancak konusuyla sıradan olabilecek bir film.

Filmin başında John Murdoch(Rufus Sewell) isimli bir adam bilmediği bir yerde uyanıyor ve katil olarak arandığını öğreniyor. Sonradan şehrin garip yetenekleri olan yaratıklar tarafından ele geçirildiği ve şehirde kimsenin gündüz olduğunu hatırlamadığını farkediyor. Bir özelliğinden dolayı bu yaratıkları yok edip yaşamı normale çevirebilecek tek kişininse Murdoch olduğu ortaya çıkıyor. Film, Murdoch'un psikiyatristi yardımıyla hayatı normale çevirmeye çalışmasını konu alıyor.
Filmin görüntü yönetmeni Tim Burton'lu filmler Alice in Wonderland, Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street ve  Pirates of the Caribbean serisinin görüntü yönetmeni olan Dariusz Wolski. Filmin yönetmeni olan Alex Proyas'nın Wolski ile yaptığı The Crow(1994) adlı filmi de merak ediyorum.

Romantik komedilerden nefret eden ve kara film(film noir) hayranlarının baştacı edeceği, benim gibi kara filmlerde uyuyup karalık olacaksa kara mizahı tercih edenlerinse pek o kadar da sevmeyeceği hatta uygun ortamı yakalayınca ne güzel uyudum bu filmde diye hatırlayacağı iyi yapılmış bir film.

2 Kasım 2010 Salı

Muzlu ve çikolatalı kek

 
Malzemeler:

* 5 yemek kaşığı margarin
* 1 su bardağı şeker(az tatlı seviliyorsa daha az olabilir)
* 2 yumurta
* 1 tane ezilmiş muz
* 1/3 su bardağı süt
* 2 su bardağı un
* 1 paket kabartma tozu
* 1-2 avuç damla çikolata

Önce şekeri ve margarini karıştırın, margarin ısınmış olursa daha kolay karışır. Karıştıktan sonra fırını 175 dereceye getirip borcamı yağlayın. Sonra yumurtaları, muzu ve sütü tek tek ekleyip karıştırın. Unu ve kabartma tozunu karıştırıp eleyerek karışıma ekleyin. Karışımı borcama döküp üstüne damla çikolatalardan istediğiniz kadar koyun ve borcamı fırına koyun. Üzeri kızarmaya başlayınca 150 dereceye getirip pişene kadar (1 saat ya da daha fazla) fırının kapağını asla açmayın, yoksa kek sönebilir. Piştikten sonra en az 10 dk dinlendirip öyle kesip servis yapın.

Afiyet olsun :)

Not: Yukarıdaki fotoğrafı tıklayıp büyütürseniz kekin en ince ayrıntısına kadar görebilirsiniz ;)

1 Kasım 2010 Pazartesi

L'appartement (1996)

Evlenmek üzere olan Max (Vincent Cassel), sevgilisi için alacağı yüzüğü ayırtmak için telefon etmek üzere restoranın telefon odasına gider, içeride bir kadın vardır. Sonradan farkeder ki bu kadın yıllar önce yeni bir  iş için New York'a giderken geride bıraktığı sevgilisi, hayatının aşkı Lisa(Monica Bellucci)'dır. Peşinden koşar, ama Lisa'ya yetişemez, ancak kafasına koymuştur, onu bulacaktır. Bu sefer işi ikinci plana atar ve Tokyo'ya gidecek olan uçağa binmez, Lisa'yı aramaya başlar. Lisa'nın en yakın arkadaşı Alice, en başından beri Max'e tutkundur, ancak bunu ne Lisa ne de Max bilmemektedir. Böyle Alice kendini Max'e  başka bir Lisa olarak tanıtır ve oyuna başlar. Max'e daha yakın olmak için onun en yakın arkadaşıyla bile flört eder... Alice'in oynunun içinde Max'in Lisa ile buluşmaya çalışma hikayesini parça parça olayları bize yavaş yavaş farkettirerek  değişik bir kurguyla anlatıyor ve beklenmedik bir sonla bitiyor.Gilles Mimouni'nin yazıp yönettiği tek film olan Apartman'ın sonradan, Mimouni'nin yapımcılığı ile Hollywood versiyonu Wicker Park çekilmiş.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Manhattan (1979)


Karısından (Meryl Streep) boşanmış bir adamın (Woody Allen), 17 yaşında bir kız(Mariel Hemingway, bu rolüyle Oscar'a ve BAFTA'ya aday) ile başlayan ilişkisi ile aşkı arayışını anlatıyor. Filmde Woody Allen'ın ayrıldığı karısı sonradan başka bir kadınla birlikte yaşamaya başlıyor, aşık olduğunu düşündüğü kadın(Diane Keaton) evli eski sevgilisine(Michael Murphy) dönüyor. Böyle karmaşık aşk ilişkilerinin içinde hayatı, dönem insanlarını, edebiyatı, sinemayı ve daha pek çok şeyi anlatıyor film.

Bol mesajlı sade bir film, ancak ilgi çekici diyaloglara rağmen izlemek için çaba harcatıyor. Bir de söylemeden edemeyeceğim Meryl Streep gençken ne kadar da güzelmiş :)

23 Ekim 2010 Cumartesi

Stone (2010)

Robert De Niro-Edward Norton ikilisini oynadığı ve konusu bana sıradan gelmesine rağmen, The Score filmini sırf harika oyunculukları için severek izledikten sonra, Stone filmini izlemem gerekiyor kararını verdim :) Beklediğimin kat kat üstünde güzel oynuyan ikiliye Milla Jovovich de gayet başarılı eşlik ediyor.
2006'da her izleyenin tavsiye ettiği ama hiç izleyesim gelmeyen The Painted Veil'in yönetmeni John Curran çektiği filmin konusu ise şöyle: "Emekliliğine sayılı günler kalmış olan şartlı tahliye memuru Jack Mabry'den (Robert De Niro), büyükanne ve büyükbabasının cinayetini yangın ile kaza süsü verip örtbas etmeye çalıştığı için hapishanede bulunan Gerald "Stone" Creeson'ın (Edward Norton) dosyasını, şartlı tahliye gerekçesi ile yeniden incelemesi istenir. Şartlı tahliyenin gerçekleştirilebilmesi ve Stone'un hapisten erken çıkabilmesi için Jack'i artık kendisinin yepyeni bir insan olduğuna dair ikna etmesi gerekmektedir."

Oyunculukları sayesinde etkileyici olan ancak sakin geçip, gene sakin bir sonla biten filmi sakinlik arayanlara tavsiye ederim, ama hareket istiyorsanız uyuyabilirsiniz arası yok :)

16 Ekim 2010 Cumartesi

Tournée (2010)

Joachim Zand adında Fransız TV yapımcısı, Amerika'da yeni bir hayata başlamak uğruna ailesini, dostlarını ve düşmanlarını ardında bırakmıştır. Yıllar sonra, bir turne kapsamında bürlesk striptizci kadınlarla birlikte, Fransa'ya döner. Yönetim anlamında işler pek istediği gibi gitmez, alması gereken paraları alamaz, bu nedenle kötü otelde kalmak zorunda kalırlar; ancak buna rağmen dansçılar harika performans gösterir. Ancak Paris'teki planladıkları son gösterileri iptal olup, herkes neden oraya turne için geldiklerini anlayınca işler karışır.
Renkli, eğlenceli, hareketli bir film olmasına rağmen film boyu uyanık durmayı beceremedim, ama izlediğim kısımlar eğlenceliydi :)
Filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu Mathieu Amalric, daha ince bol ödüllü The Diving Bell and the Butterfly (2007) ile James Bond Quantum of Solace(2008) filmlerinde rol almış.

Inhale (2010)

Bölge savcısı bir baba (Dermot Mulroney), güzel bir eş (Diane Kruger) ve zayıf, küçük bir kız çocuğu (Mia Stallard) ile harika bir evde, görüldüğü kadarıyla çok mutlu bir hayat sürmektedir. Ancak küçük kız akciğer hastasıdır ve nakil beklemektedir. İşte bu sebeple ve normal prosedürlere göre ciğer sırası gelene kadar kızın yaşıyor olmasının pek mümkün olmadığı görülünce, hayatı adaleti sağlamak olan baba, Meksika'nın Tijuana kentine organ bulmaya gider, ancak burada organ nakilleri yasadışı olarak yapılmaktadır. Bu yasadışılığın aleni olduğu kentte hem kendini kurtarmak hem de kızına ciğer bulmak için uluslararası organ mafyasıyla karşı karşıya gelir.
Bu film, bir yerlerde okuduğum yorumlar sonucu en çok izlemek istediğim filmdi ve benim için festivalin son filmiydi, çok korktum if'teki gibi bir şey olacak ve ben filmi göremeyeceğim diye, ama korktuğum başıma gelmedi trafiğe ve ekstradan başka trafiklere rağmen filme yetiştim ve izledim :) Günümüz deyişiyle olanlar karşısında "kal getiren" oldukça etkileyici, düşündürücü, önemli bir film Nefes Nefese.
Yönetmen Baltasar Kormákur'un başka filmleri: Brúðguminn (2008), Jar City (2006), A Little Trip to Heaven (2005), The Sea (2002), 101 Reykjavík (2000).

Route Irish (2010)

Filmekiminde bir de galaya gidelim dedik, gerçi amaçta Lung Boonmee Raluek Chat (Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor) vardı, kısmette İngiliz yönetmen Ken Loach'un Tehlikeli Yol'u çıktı. Carlos'tan çıkınca bilet bulamadığımız filmin galası için viskileri dolduruyorlardı, dedim sanırım galanın farkı (aradaki fiyat farkını saymazsak) girişte dağıtılan viskiler, viski içmeyen ne olacak bilmiyorum ne düşünmüşler nasıl gala bu, tek fark yeme içme mi. Neyse Beyoğlu Sinemasından çıkıp Route Irish'in gösterileceği Atlas'a geçtim -belki gala olduğu için burda başka bir değişiklik görürüm umuduyla- ama burda viski bile yoktu (sanki karamizah). Filme girdik, belki sonunda ekstra bir şey gösterirler dedim, film bitti salondan çıktık gene aynı viskilerden dolduruyorlar. Gala demek dağıtılan beleş viskilermiş demek ki, pişman oldum verdiğim paraya, üstüne 1 lira ekler 4 filme daha giderdim diye (gerçi zaman da yoktu sanki); ama en azından o günkü bir filmi yalnız izlemedim dedim mutlu ayrıldım Taksim'den :)
Filmin konusu filmekimi sitesinde "Geçen yıl Hayata Çalım At ile bizi neşelendiren Ken Loach, Irak hakkında, savaşın etkileri ve suçluluğu ele alan, öfkeli ve tavizsiz bir filmle beyazperdeye dönüyor. Askerliklerini de birlikte yapan Liverpool'lu iki çocukluk arkadaşı, Fergus ve Frankie'nin öyküsünü anlatıyor Tehlikeli Yol. 2004'te terhislerinden sonra çok yüksek bir maaş teklifini reddedemeyen iki arkadaş, Irak'ta özel bir güvenlik firmasında çalışmaya başlar. Frankie 2007'de, savaşta en tehlikeli bölge, Bağdat Havaalanı'nı ABD ve İngiliz ana üslerinin bulunduğu Yeşil Bölge'ye bağlayan "Route Irish" adı verilen yolda öldürülünce Fergus, olayın basit bir tesadüften öte olduğunu düşünür ve hem öfke hem de intikam duygularıyla bu cinayeti araştırmaya başlar." şeklinde geçiyor.
 Irak'lı filmlerden bıkmış olmama rağmen belki sinemanın kocaman perdesinden, belki de bol hayranı olan yönetmen Loach'tan filmi sıkılmadan izledim, ama çok beğenenler neyini beğeniyor acaip merak ettim. Burayı okuyup çoook beğenen varsa yazıverse sevinirim gerçekten, zaten okunma yüzdem iyice düşmüş ben blogları blogger'lar beni boşladı sanırım, neyse yazmaya devam ben seviyorum yazmayı :)

Carlos (2010)

Venezüella'lı devrimci Ilich Ramirez Sanchez'in (nam-ı diğer Carlos'un) terörist bir örgütte yer alıp, 1975 yılındaki OPEC(Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) toplantısını basan grubun başına geçmesiyle gelişen gerçek olayları anlatan çarpıcı bir film. Üç bölümlük mini diziden birleştirilerek film haline getirilmiş.
Normalde bir çok ülkede geçen filmlerde dil, filmin çoğunlukla geçtiği ülkenin dilinde değil de yapımcının dilinde (çoğunlukla ingilizce), sadece filmin daha az geçtiği ülkelerde o ülkenin dilinde olur. Bunda ise çok dilli (Fransızca, İngilizce, Almanca) olması filmi daha da etkileyici kıldı.

Olivier Assayas'nın yönettiği filmde, Carlos'u Édgar Ramírez oynuyor. Bu biyografik ve tarihi değerdeki filmi 2 film arasında ve günde 370 dk izlediğim günde izlememe rağmen pür dikkat, tam konsantrasyon izlediysem herkes izleyebilir :)

15 Ekim 2010 Cuma

Chatroom (2010)

Halka serisinin yönetmeni Hideo Nakata'nın son filmi, William adlı sorunlu gencin sanal dünya üzerinden başkalarına kötü davranışlar yaptırmasını anlatan psikolojik bir gerilim. Filmde internetteki sohbet odası (chatroom) gerçek bir oda gibi gösteriliyor, odaya gitmek için şifre var, içerinin tasarımı istenildiği gibi yapılabiliyor ve oda internette olduğu için ağa girebilen herkes bu odada olabiliyor. Bu şekilde sanal ortamı gerçekleştirmiş olması, filmin bence değişik olan yönüydü. William psikolojik tedavisi bitince açtığı yeni chatroom'da sorunlu Jim'i intihara sürükleyecek, ancak bu durum ona kendi sonunu getirecektir.

William'ı John Lennon'un çocukluğunu anlatan film Nowhere Boy (2009)'un yıldızı Aaron Johnson canlandırıyor. Ayrıca söylemeden geçmeyeyim, William gibi, başkalarına kendi kötü düşüncelerini empoze edip, bunları o kişilere kendi fikirleri gibi kullandırtması bana çok güncel geldi, böyle insanlar çok tehlikeli görünce kaçmak lazım :p

Alting Bliver Godt Igen (2010)

Türkçe adı Her Şey Çok Güzel Olacak olan filmin konusu ise şöyle: Yazmayı sürdürdüğü savaş filmininin senaryosunu bir türlü bitiremeyen yönetmenin(Falk) bir adama çarpmasıyla hayatı değişir. Çünkü bu adam Irak'a gitmiş eski bir Danimarka askeridir ve yerde yatarken çantasını işaret edip önemli olduğunu söyler. Falk ise çantayı alıp adama yardım etmeden olay yerinden kaçar, uzaktaki bir yerden kazayı ihbar eder. Çantada  Danimarka'nın o zamanki hükümetini sarsacak, Irak'tan bazı görüntüler vardır. Bir yandan senaryosunu bitirmesi gereken, bir yandan evlat edinme prosedürleriyle uğraşan Falk, bir de bu belgeleri açığa çıkarmakla uğraşmaya başlayacak, ancak bunu yaparken hayatını mahvedecektir.

Filmin ilginç bir tarzı vardı, normalde çok sıkıcı bir konuyu izletebilme başarısı, sanıyorum ki Danimarka'lı yönetmen Christoffer Boe'dan kaynaklanıyordu. Diğer ödüllü filmleri Reconstruction (2003) ile Offscreen (2006)...

Bir günde üç film izlediğim bir günde, filmekiminde, ikinci filmimdi. Belki o yüzden, belki konudan biraz sıkıldım ve filmin son sahnesi üzücü bitse de oh be dedirtti bana neden bilmem :) Falk'ın adidas spor ayakkabıları kumaş pantalonunun bile altındaydı. Bir de sanırım kuzey filmi olmasından dolayı, film IKEA eşyalarıyla doluydu.

Patlıcanlı Pilav

 
- 3 yemek kaşığı zeytin yağı
- 1 adet patlıcan
- 1 adet domates
- 1 su bardağı pirinç
- Nane, karabiber, tuz, kaynar su
- Et suyu bulyonu
Patlıcan alacalı soyulur, küçük küçük doğranır ve tuzlu suda bekletilir. Domates de küçük küçük doğranır ve yağla beraber kavrulur. Üzerine nane ve karabiber eklenir. Domatesler biraz pişince, patlıcanların suyu sıkılıp tencereye katılır. Patlıcanların da rengi değişince yıkanmış pirinç ve üstüne yeteri kadar(pilavin üstünü 1 parmak geçecek kadar) su eklenir, bir de varsa et suyu ya da tavuk suyu bulyonlardan katılabilir. Orta ateşte kendi haline bırakılır. Pirinç pişince yemeye hazırdır :)

12 Ekim 2010 Salı

The Tree (2010)

 
Filmin başında kısa bir süre mutlu aile tablosuyla başbaşayız, birbirine aşık ve dört çocuklu bir çift... Sonra babasına aşık, evin sevimli tek kızı Simone ve babası eve dönerken birden kalp krizi geçiren baba ölür. Kadın  sevmediği bir tanecik yönü bile olmayan hayatının aşkını kaybettiğine üzülürken, bir yandan da çocuklarıyla ilgilenmek zorundadır, sürekli ağlama nöbetlerine girmekte ve üzüldükçe çocuklarına sinirlenmektedir. Nihayet eşinin ölümünden sekiz ay sonra çalışmaya başlar ve zamanla hayatına yeni birisi girer. Ancak, annesinin sevgilisi olması fikrine en çok karşı çıkan Simone olur. Evin önündeki muazzam ağaçta babasının ruhu olduğuna inanmakta ve annesinden uzaklaşıp ağaçta oturup sürekli ağaçla konuşmaya başlar. Kendi hayatını  nispeten yola koyan anne, şimdi de Simone ile uğraşmak zorunda kalacaktır.
Özellikle anne (Charlotte Gainsbourg) ile Simone (Morgana Davies) çok başarılı oynuyor. Başta üzücü olsa da tamamen insancıl zaman zaman gülümseten filmi, fransız filmlerini sevenlere tavsiye ederim. Bu film gene filmekimi kapsamında salı, çrş, prş günleri izlenebilir. Filmdeki başrol kadın oyuncu(Charlotte Gainsbourg), filmekimi kapsamında gösterilen New York, I Love You filminin yönetmenlerinden biri olan Yvan Attal'ın da eşi aynı zamanda...