30 Ekim 2010 Cumartesi

Manhattan (1979)


Karısından (Meryl Streep) boşanmış bir adamın (Woody Allen), 17 yaşında bir kız(Mariel Hemingway, bu rolüyle Oscar'a ve BAFTA'ya aday) ile başlayan ilişkisi ile aşkı arayışını anlatıyor. Filmde Woody Allen'ın ayrıldığı karısı sonradan başka bir kadınla birlikte yaşamaya başlıyor, aşık olduğunu düşündüğü kadın(Diane Keaton) evli eski sevgilisine(Michael Murphy) dönüyor. Böyle karmaşık aşk ilişkilerinin içinde hayatı, dönem insanlarını, edebiyatı, sinemayı ve daha pek çok şeyi anlatıyor film.

Bol mesajlı sade bir film, ancak ilgi çekici diyaloglara rağmen izlemek için çaba harcatıyor. Bir de söylemeden edemeyeceğim Meryl Streep gençken ne kadar da güzelmiş :)

23 Ekim 2010 Cumartesi

Stone (2010)

Robert De Niro-Edward Norton ikilisini oynadığı ve konusu bana sıradan gelmesine rağmen, The Score filmini sırf harika oyunculukları için severek izledikten sonra, Stone filmini izlemem gerekiyor kararını verdim :) Beklediğimin kat kat üstünde güzel oynuyan ikiliye Milla Jovovich de gayet başarılı eşlik ediyor.
2006'da her izleyenin tavsiye ettiği ama hiç izleyesim gelmeyen The Painted Veil'in yönetmeni John Curran çektiği filmin konusu ise şöyle: "Emekliliğine sayılı günler kalmış olan şartlı tahliye memuru Jack Mabry'den (Robert De Niro), büyükanne ve büyükbabasının cinayetini yangın ile kaza süsü verip örtbas etmeye çalıştığı için hapishanede bulunan Gerald "Stone" Creeson'ın (Edward Norton) dosyasını, şartlı tahliye gerekçesi ile yeniden incelemesi istenir. Şartlı tahliyenin gerçekleştirilebilmesi ve Stone'un hapisten erken çıkabilmesi için Jack'i artık kendisinin yepyeni bir insan olduğuna dair ikna etmesi gerekmektedir."

Oyunculukları sayesinde etkileyici olan ancak sakin geçip, gene sakin bir sonla biten filmi sakinlik arayanlara tavsiye ederim, ama hareket istiyorsanız uyuyabilirsiniz arası yok :)

16 Ekim 2010 Cumartesi

Tournée (2010)

Joachim Zand adında Fransız TV yapımcısı, Amerika'da yeni bir hayata başlamak uğruna ailesini, dostlarını ve düşmanlarını ardında bırakmıştır. Yıllar sonra, bir turne kapsamında bürlesk striptizci kadınlarla birlikte, Fransa'ya döner. Yönetim anlamında işler pek istediği gibi gitmez, alması gereken paraları alamaz, bu nedenle kötü otelde kalmak zorunda kalırlar; ancak buna rağmen dansçılar harika performans gösterir. Ancak Paris'teki planladıkları son gösterileri iptal olup, herkes neden oraya turne için geldiklerini anlayınca işler karışır.
Renkli, eğlenceli, hareketli bir film olmasına rağmen film boyu uyanık durmayı beceremedim, ama izlediğim kısımlar eğlenceliydi :)
Filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu Mathieu Amalric, daha ince bol ödüllü The Diving Bell and the Butterfly (2007) ile James Bond Quantum of Solace(2008) filmlerinde rol almış.

Inhale (2010)

Bölge savcısı bir baba (Dermot Mulroney), güzel bir eş (Diane Kruger) ve zayıf, küçük bir kız çocuğu (Mia Stallard) ile harika bir evde, görüldüğü kadarıyla çok mutlu bir hayat sürmektedir. Ancak küçük kız akciğer hastasıdır ve nakil beklemektedir. İşte bu sebeple ve normal prosedürlere göre ciğer sırası gelene kadar kızın yaşıyor olmasının pek mümkün olmadığı görülünce, hayatı adaleti sağlamak olan baba, Meksika'nın Tijuana kentine organ bulmaya gider, ancak burada organ nakilleri yasadışı olarak yapılmaktadır. Bu yasadışılığın aleni olduğu kentte hem kendini kurtarmak hem de kızına ciğer bulmak için uluslararası organ mafyasıyla karşı karşıya gelir.
Bu film, bir yerlerde okuduğum yorumlar sonucu en çok izlemek istediğim filmdi ve benim için festivalin son filmiydi, çok korktum if'teki gibi bir şey olacak ve ben filmi göremeyeceğim diye, ama korktuğum başıma gelmedi trafiğe ve ekstradan başka trafiklere rağmen filme yetiştim ve izledim :) Günümüz deyişiyle olanlar karşısında "kal getiren" oldukça etkileyici, düşündürücü, önemli bir film Nefes Nefese.
Yönetmen Baltasar Kormákur'un başka filmleri: Brúðguminn (2008), Jar City (2006), A Little Trip to Heaven (2005), The Sea (2002), 101 Reykjavík (2000).

Route Irish (2010)

Filmekiminde bir de galaya gidelim dedik, gerçi amaçta Lung Boonmee Raluek Chat (Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor) vardı, kısmette İngiliz yönetmen Ken Loach'un Tehlikeli Yol'u çıktı. Carlos'tan çıkınca bilet bulamadığımız filmin galası için viskileri dolduruyorlardı, dedim sanırım galanın farkı (aradaki fiyat farkını saymazsak) girişte dağıtılan viskiler, viski içmeyen ne olacak bilmiyorum ne düşünmüşler nasıl gala bu, tek fark yeme içme mi. Neyse Beyoğlu Sinemasından çıkıp Route Irish'in gösterileceği Atlas'a geçtim -belki gala olduğu için burda başka bir değişiklik görürüm umuduyla- ama burda viski bile yoktu (sanki karamizah). Filme girdik, belki sonunda ekstra bir şey gösterirler dedim, film bitti salondan çıktık gene aynı viskilerden dolduruyorlar. Gala demek dağıtılan beleş viskilermiş demek ki, pişman oldum verdiğim paraya, üstüne 1 lira ekler 4 filme daha giderdim diye (gerçi zaman da yoktu sanki); ama en azından o günkü bir filmi yalnız izlemedim dedim mutlu ayrıldım Taksim'den :)
Filmin konusu filmekimi sitesinde "Geçen yıl Hayata Çalım At ile bizi neşelendiren Ken Loach, Irak hakkında, savaşın etkileri ve suçluluğu ele alan, öfkeli ve tavizsiz bir filmle beyazperdeye dönüyor. Askerliklerini de birlikte yapan Liverpool'lu iki çocukluk arkadaşı, Fergus ve Frankie'nin öyküsünü anlatıyor Tehlikeli Yol. 2004'te terhislerinden sonra çok yüksek bir maaş teklifini reddedemeyen iki arkadaş, Irak'ta özel bir güvenlik firmasında çalışmaya başlar. Frankie 2007'de, savaşta en tehlikeli bölge, Bağdat Havaalanı'nı ABD ve İngiliz ana üslerinin bulunduğu Yeşil Bölge'ye bağlayan "Route Irish" adı verilen yolda öldürülünce Fergus, olayın basit bir tesadüften öte olduğunu düşünür ve hem öfke hem de intikam duygularıyla bu cinayeti araştırmaya başlar." şeklinde geçiyor.
 Irak'lı filmlerden bıkmış olmama rağmen belki sinemanın kocaman perdesinden, belki de bol hayranı olan yönetmen Loach'tan filmi sıkılmadan izledim, ama çok beğenenler neyini beğeniyor acaip merak ettim. Burayı okuyup çoook beğenen varsa yazıverse sevinirim gerçekten, zaten okunma yüzdem iyice düşmüş ben blogları blogger'lar beni boşladı sanırım, neyse yazmaya devam ben seviyorum yazmayı :)

Carlos (2010)

Venezüella'lı devrimci Ilich Ramirez Sanchez'in (nam-ı diğer Carlos'un) terörist bir örgütte yer alıp, 1975 yılındaki OPEC(Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) toplantısını basan grubun başına geçmesiyle gelişen gerçek olayları anlatan çarpıcı bir film. Üç bölümlük mini diziden birleştirilerek film haline getirilmiş.
Normalde bir çok ülkede geçen filmlerde dil, filmin çoğunlukla geçtiği ülkenin dilinde değil de yapımcının dilinde (çoğunlukla ingilizce), sadece filmin daha az geçtiği ülkelerde o ülkenin dilinde olur. Bunda ise çok dilli (Fransızca, İngilizce, Almanca) olması filmi daha da etkileyici kıldı.

Olivier Assayas'nın yönettiği filmde, Carlos'u Édgar Ramírez oynuyor. Bu biyografik ve tarihi değerdeki filmi 2 film arasında ve günde 370 dk izlediğim günde izlememe rağmen pür dikkat, tam konsantrasyon izlediysem herkes izleyebilir :)

15 Ekim 2010 Cuma

Chatroom (2010)

Halka serisinin yönetmeni Hideo Nakata'nın son filmi, William adlı sorunlu gencin sanal dünya üzerinden başkalarına kötü davranışlar yaptırmasını anlatan psikolojik bir gerilim. Filmde internetteki sohbet odası (chatroom) gerçek bir oda gibi gösteriliyor, odaya gitmek için şifre var, içerinin tasarımı istenildiği gibi yapılabiliyor ve oda internette olduğu için ağa girebilen herkes bu odada olabiliyor. Bu şekilde sanal ortamı gerçekleştirmiş olması, filmin bence değişik olan yönüydü. William psikolojik tedavisi bitince açtığı yeni chatroom'da sorunlu Jim'i intihara sürükleyecek, ancak bu durum ona kendi sonunu getirecektir.

William'ı John Lennon'un çocukluğunu anlatan film Nowhere Boy (2009)'un yıldızı Aaron Johnson canlandırıyor. Ayrıca söylemeden geçmeyeyim, William gibi, başkalarına kendi kötü düşüncelerini empoze edip, bunları o kişilere kendi fikirleri gibi kullandırtması bana çok güncel geldi, böyle insanlar çok tehlikeli görünce kaçmak lazım :p

Alting Bliver Godt Igen (2010)

Türkçe adı Her Şey Çok Güzel Olacak olan filmin konusu ise şöyle: Yazmayı sürdürdüğü savaş filmininin senaryosunu bir türlü bitiremeyen yönetmenin(Falk) bir adama çarpmasıyla hayatı değişir. Çünkü bu adam Irak'a gitmiş eski bir Danimarka askeridir ve yerde yatarken çantasını işaret edip önemli olduğunu söyler. Falk ise çantayı alıp adama yardım etmeden olay yerinden kaçar, uzaktaki bir yerden kazayı ihbar eder. Çantada  Danimarka'nın o zamanki hükümetini sarsacak, Irak'tan bazı görüntüler vardır. Bir yandan senaryosunu bitirmesi gereken, bir yandan evlat edinme prosedürleriyle uğraşan Falk, bir de bu belgeleri açığa çıkarmakla uğraşmaya başlayacak, ancak bunu yaparken hayatını mahvedecektir.

Filmin ilginç bir tarzı vardı, normalde çok sıkıcı bir konuyu izletebilme başarısı, sanıyorum ki Danimarka'lı yönetmen Christoffer Boe'dan kaynaklanıyordu. Diğer ödüllü filmleri Reconstruction (2003) ile Offscreen (2006)...

Bir günde üç film izlediğim bir günde, filmekiminde, ikinci filmimdi. Belki o yüzden, belki konudan biraz sıkıldım ve filmin son sahnesi üzücü bitse de oh be dedirtti bana neden bilmem :) Falk'ın adidas spor ayakkabıları kumaş pantalonunun bile altındaydı. Bir de sanırım kuzey filmi olmasından dolayı, film IKEA eşyalarıyla doluydu.

Patlıcanlı Pilav

 
- 3 yemek kaşığı zeytin yağı
- 1 adet patlıcan
- 1 adet domates
- 1 su bardağı pirinç
- Nane, karabiber, tuz, kaynar su
- Et suyu bulyonu
Patlıcan alacalı soyulur, küçük küçük doğranır ve tuzlu suda bekletilir. Domates de küçük küçük doğranır ve yağla beraber kavrulur. Üzerine nane ve karabiber eklenir. Domatesler biraz pişince, patlıcanların suyu sıkılıp tencereye katılır. Patlıcanların da rengi değişince yıkanmış pirinç ve üstüne yeteri kadar(pilavin üstünü 1 parmak geçecek kadar) su eklenir, bir de varsa et suyu ya da tavuk suyu bulyonlardan katılabilir. Orta ateşte kendi haline bırakılır. Pirinç pişince yemeye hazırdır :)

12 Ekim 2010 Salı

The Tree (2010)

 
Filmin başında kısa bir süre mutlu aile tablosuyla başbaşayız, birbirine aşık ve dört çocuklu bir çift... Sonra babasına aşık, evin sevimli tek kızı Simone ve babası eve dönerken birden kalp krizi geçiren baba ölür. Kadın  sevmediği bir tanecik yönü bile olmayan hayatının aşkını kaybettiğine üzülürken, bir yandan da çocuklarıyla ilgilenmek zorundadır, sürekli ağlama nöbetlerine girmekte ve üzüldükçe çocuklarına sinirlenmektedir. Nihayet eşinin ölümünden sekiz ay sonra çalışmaya başlar ve zamanla hayatına yeni birisi girer. Ancak, annesinin sevgilisi olması fikrine en çok karşı çıkan Simone olur. Evin önündeki muazzam ağaçta babasının ruhu olduğuna inanmakta ve annesinden uzaklaşıp ağaçta oturup sürekli ağaçla konuşmaya başlar. Kendi hayatını  nispeten yola koyan anne, şimdi de Simone ile uğraşmak zorunda kalacaktır.
Özellikle anne (Charlotte Gainsbourg) ile Simone (Morgana Davies) çok başarılı oynuyor. Başta üzücü olsa da tamamen insancıl zaman zaman gülümseten filmi, fransız filmlerini sevenlere tavsiye ederim. Bu film gene filmekimi kapsamında salı, çrş, prş günleri izlenebilir. Filmdeki başrol kadın oyuncu(Charlotte Gainsbourg), filmekimi kapsamında gösterilen New York, I Love You filminin yönetmenlerinden biri olan Yvan Attal'ın da eşi aynı zamanda...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Get Low (2009)

Two Soldiers (2003) filmiyle en iyi kısa film Oscar'ını kazanan Aaron Schneider'in ilk uzun metraj filminde Robert Duvall, Bill Murray ve Lucas Black harika oyunculuk sergiliyor.

Filmin konusu ise tüm kasabanın korkulu rüyası olan yaşlı bir adam(Felix) 40 yıldır kocaman arazide kurulu çiftliğinde yalnız başına yaşamakta ve kimseyi arazisine sokmamaktadır. Eyalette hatta belki de çevre eyaletlerde bile, yıllardır adamın yaptığı korkunç şeylerle ilgili efsaneler dolaşmaktadır. Bir gün Felix, elinde bir tomar parayla kiliseye gider ve kendi cenazesini düzenlemek istediğini söyler, rahibin ne demek istediğini anlama kapasitesinin olmadığını görünce çiftliğine geri döner. Sonradan rahiple Felix'in konuşmasını duyan, kasabanın iflas etmek üzere cenazecisinde çalışan genç yaşlı adamı ikna etmeyi başarır. Felix'in zekice cevapları güldürücü yer yer duygusallaşan film görülmeye değer. Bende biraz Gran Torino hissi uyandırdı, onu seven bunu da sevecektir :)

Kapıda bilet için beklendiği takdirde filmekimi kapsamında "Mezara Kadar" adıyla salı ve perşembe günleri izlenebilir.

****Buradan sonrası filmle ilgili bilgi içerir**** 
Felix'in cenazesi için dahiyane fikri, bir cenaze partisi düzenlemektir ve bu partiye Felix hakkında anlatacak hikayesi olan herkes davetlidir. Ayrıca 5 dolara satılan biletler arasından, parti sonunda çekiliş yapılacak ve çiftlik evi arazi ile birlikte başka birine ödül olarak verilecektir. Böyle bir ödül ve nefret edilen adam hakkında istediğini söyleyebilme düşüncesiyle partiye 5 eyaletten insan gelir...