31 Temmuz 2010 Cumartesi

The Time Traveler's Wife (2009)

Audrey Niffenegger'in yazdığı Zaman Yolcusunun Karısı adlı romanı 3-4 günde okudum, bir solukta okuduğum hikayenin türkçe çevirisini çok başarılı bulmadım. Konuysa oldukça ilginç. Bulunduğu zamandan başka zamanlara giden bir adamın (Henry), bir yolculuğunda tanıştığı ve ilk tanıştığında 6 yaşında olan küçük kız Clare ile hayatlarını anlatıyor.
***spoiler olarak**
Okurken insanın canı sürekli kahve ya da yiyecek bir şeyler çekiyor :)
***

Kitabı bitirir bitirmez büyük bir heyecanla filmi izledim. Ancak romanda anlatılanlar hafızamda bu kadar tazeyken sürekli bir karşılaştırma halinde izledim ve doğal olarak romana göre bir sürü eksiklik ya da farklı anlatışlar gözüme batıp durdu. Henry(Eric Bana) ve annesi dışındaki karakterleri de okurken kurduğum gibi bulamadım. Bu nedenle taraflı gözlemime rağmen güzel ve çarpıcı bir hikayeyi, Robert Schwentke(Jodie Foster'lı Flightplan'in yönetmeni) daha yumuşak olarak birazda sadece aşk hikayesiymiş gibi yansıtmış. Ben sevdim, okuduklarım nasıl film olmuş görmek hoşuma gidiyor :).

26 Temmuz 2010 Pazartesi

The Royal Tenenbaums (2001)

Fantastic Mr. Fox filmi ile geç de olsa farkettiğim ünlü yönetmen Wes Anderson'un sonunda bir filmini daha(kendisinin dördüncü filmi) izledim. İki filmde dikkatimi çeken ortak nokta, filmler bazen çok yavaş ilerler gibi gelip sıkarken bazen de hızına yetişemeyip kaçmasına neden oluyor, sanırım bu adamın filmlerini ilk izlememde anlayamıyorum, ama uyumadan durduğum zamanlarda acaip şekilde eğlendirdiği kesin...

Hikaye ilginç ancak filmin işleyişi ilginçlik olarak konunun önüne geçiyor. Konusu, "Royal Tenenbaum ve karısı Etheline'nin Chas(Ben Stiller), Margot (Gwyneth Paltrow) ve Richie(Luke Wilson) adında üç çocukları vardır ve ayrı ayrı yaşıyorlar. Chas küçük yaştan beri emlak işi ile uğraşmaktadır ve uluslararası finansa karşı doğuştan bir yeteneği vardır. Margot bir oyun yazarıdır ve 9.sınıftayken 50 000 $'lık Braverman Grant Ödülü'nü almıştır. Richie şampiyon bir tenisçidir ve üç yıl üstüste Birleşik Devletler turnuvasını kazanmıştır. Ancak Tenenbaum ailesinin bu başarılarla dolu hayatı bir hayal kırıklığına dönüşür. Ancak genç Tenenbaumlar'ın parlak hayatları ihanet, başarısızlık ve yıkımlarla dolu geçen yirmi senenin sonunda sadece anılarda kalmıştır. "

Her ne kadar filmi izlemeye beş kişi başlayıp dikkatle izleyen bir(+1 en sonunda gözü kapanan ben) olarak iki kişi bitirsek de ilginç, eğlencelik,dramatik aile filmi...

23 Temmuz 2010 Cuma

Amintiri din Epoca de Aur (2009)

Buzdan Hayaller blogunda filmden kareleri görüp özellikle kullanılan renklere bayıldığım ve aylar önce izlemeye karar verdiğim filmi izlemeye sonunda vakit buldum.

Altın Çağdan Öyküler anlamına gelen, beş Roman yönetmenin kısa filmlerinden oluşan film, Çavuşesku dönemi küçük halk efsanelerinden oluşuyor. Filmi izleyince böyle geçen bir döneme altın çağ diye adlandırmanın trajikomikliğine şaşırıyor insan. Gerçi Bükreş'e gittiğimde tek düzgün görünen yerlerin o dönemden kalma olduğunu görmüştüm, yani üst kesime(o zamanlar yönetimdeki partililer oluyor) lüksün sonsuz olduğunu, yıllar sonra bile hissettiriyor. Şu aralar Romanya ne durumda bilmiyorum ama avrupa birliğine girmelerine az kala gittiğimde halk, asıl altın çağın geleceğinden umutluydu. Kısa filmler ise şu konularda:

*Devlet adamlarını karşılama töreni hikayesi (özellikle sonundaki atlı karınca sahnesine bayıldım)

*Gazete haberi için manuel fotoşop uygulaması...

*Parti aktivistinin köye gidip halka okuma-yazma öğretmeye çalışırken başına gelenler...

*Bir ailenin domuz kesme mücadelesi...

*Para kazanmak için çok ilginç bir yönteme başvuran adam ve liseli kız...


*Tavuk dolu kamyonu her gün Köstence'ye götüren bir şoförun öyküsü...

Bu filmin hem senaristi hem de yönetmenlerinden olan Cristian Mungiu'nun bol ödüllü "4 luni, 3 saptamâni si 2 zile" filmi de izlenmeli...

22 Temmuz 2010 Perşembe

Patlıcanlı Patates

Ev yemeği özlemine üç gün dayanabildim, ve sonunda kendimi mutfağa attım. Portakal ağacı'ndan yardım alarak önceden yurtta yaptığımdan daha başarılı bir yemek yaptım. Yanına geçen gün yaptığım pilavımı koydum ve sonunda lezzetli, sağlıklı, sulu yemekle doydum. İşte tabağına göre 1,5-2 tabak çıkacak yemek...

Malzemeler:
* 3 küçük boy patlıcan (küp küp doğranmış)
* 1 küçük soğan (yarım halka şeklinde kesilmiş)
* 3 minik diş sarımsak
* 4 yeşil biber (tohumları çıkıp, ince ince doğranmış)
* 1 orta boy patates(küp küp doğranmış)
* 3 küçük boy domates(soyulmuş, minik minik doğanmış)

Önce patlıcanları içine su ve tuz koyduğum bir kaba aldım. Burada patlıcan renkli bir su verecek böylece acılığı gidecek :)

Sonra soğanı, sarımsakları , biberleri yaklaşık 3 çorba kaşığı sıvı yağla beraber tencereye koyarak kavurdum. Soğanlar şekil değiştirince patatesleri de ekleyip biraz daha kavurdum. Üzerine domatesleri ekledim.

Daha sonra birkaç kez sudan geçirdiğim patlıcanları, suyunu sıkıp tencereye ekledim (henüz yemeğin rengi kararıp solmadan bir fotoğraf çekeyim dedim), tekrar biraz kavurdum.

Üzerine de sebzeleri biraz kapatacak kadar su ekledim. Kaynayınca kısık ateşe aldım ve patatesler yumuşayana kadar, kapağını kapattığım tencereyi kendi haline bıraktım. En son tuz ekledim ve afiyetle yedim :)

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Kilimli Koyu

Geçen yıl Haziran'da Ağva'ya gittiğimizde tamamen şans eseri, denizde tekne turu yaparken keşfettik o harika koyu, Kilimli Koyu'nu. Sonra sora sora Bağdat hesabı Kilimli'ye ulaştık. Geçen yıl denizine bayılmıştım ve sudan da pek çıkmamıştım, önceki hayatımda balık mıydım neysem :).
Bu sene de anlata anlata bitiremediğim Kilimli'ye sürükledim insanları. Bu sefer yolu kolayca bulduk(her yerde tabela ve düzgün yollar vardı) ancak bir gittik(daha saat 11 değildi) amanın o ne kalabalık, minibüse dolan gelmiş, sahil geçen yıl bomboşken bu sefer full. Zar zor, idare eder bir yere yerleştik, denizin kıyısı kalabalığın etkisiyle cam gibiliğini kaybetmişti. Moraller bozuldu tabii, ama sonra yüzünce açıkların güzel olduğunu gördük. Hatta karadan yolu olmayan bir koy bulup, yüzerek(ya da botla) gidilince, o kalabalıktan kurtulup temiz denizlere ulaşmak garanti. Böyle güzel deniz ve doğa harikası, Karadeniz'de başka yerde var mı bilen varsa söylesin lütfen :)
Deniz kıyısında otururken kalabalığa tek şaşıranın ben olmadığını da farkettim, önceden bilenler bu ne kalabalık herkes öğrenmiş diye yakınıyordu. Tek sevinen Kilim'li esnafı oluyor doğal olarak(tesisler de artmış).Bir de bu taraflara pazar günü(tahminen cumartesi de çok farklı değildir) gitmek hiç akıllı işi değilmiş, gidilecekse de saat 4 olmadan Ağva'dan çıkmak lazım, biz 8 civarı çıktık ve Şile'den sonra 20 kilometrelik komvoy vardı, hızımız ortalama 8 km civarıydı eziyeti tahmin edilebilir. Bir de bu trafiği bilip gene de bu saatte dönenler, trafiği görünce yol kenarına arabasını çekip hava kararmasına aldırmadan yedek et mi bulunduruyorar ne yapıyorlarsa mangala devam etmeye başladılar. Bu yol kenarında duran insanlar saat ilerledikçe semaverle çay içenlere, otoyol!da çıplak ayak akşam yürüyüşü yapanlara ve daha ilerlerlerde ise arabanın üstünde ya da asfaltta yatıp uyuyanlara dönüştü! Şaka gibiydi, doğal afet olmuş gibiydi, şok olduk.
Bence gene de değer Kilimli o kadar yolu gitmeye, sadece erkenden İstanbul'a dönüş yoluna koyulmak şart...

17 Temmuz 2010 Cumartesi

El secreto De sus Ojos (2009)


Gözlerindeki Sır anlamına gelen ve 2010 yılı en iyi yabancı film Oscar'ını kazanmış. Yönetmen Juan José Campanella 1999 yıllarından geriye dönerek 1974 yılında meydana gelen ve üstü kapatılmaya çalışılan bir tecavüz vakasının çözülmesini anlatıyor.

imdb'nin en iyi 250 listesinde 174.lüğü hakeder mi tartışılır, ama duygusal dram olarak güzel bir film. ( bu aralar bende bir beğenmeme hali var ya da filmin sonlarında çok uykum vardı, yorumlarda son 20dk'ya bayılmışlar, harika dememem bu yüzden olabilir ) Filmin ispanyolca olması ve oyunculuklar ise beğeniyi artıran öğeler.

--spoiler

"irene, siyah elbisesiyle "günaydın" diyerek iş yerine girer:
pablo: hanımefendi bugün bir aziz mi öldü?
irene: niçin?
pablo: çünkü siyahlar içinde bir melek görüyorum.
irene: ah, hayır. biz meleklerin 2 kilo daha zayıf görünebilmek için uyguladığı bir taktik."

"Bir erkek her şeyini değiştirebilir; yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, Tanrısını... Yine de değiştiremeyeceği bir şey var Benjamin. Tutkularını değiştiremez"
Tutkulardan yola çıkarak katili yakalamaya futbol maçına gidiyorlar, stadyumda gol olurken katili yakalamaya çalışma sahnesi acaip güzeldi.

Filmde a harfi çalışmayan bir daktilo var, ve bir postite te mo(korkuyorum) yazmış başrol erkek oyuncu, aşık olduğu kadın sorunca "taslaktı, karaladım" diye geçiştiriyor ama aslında te amo(seni seviyorum) yazmış...

--spoiler

Böyle ufak ufak detaylarla izlerken kendini beğendiren bir film.

Toy Story 3 (2010)


Nihayet Toy Story 3'ü üç boyutlu olarak ve orjinal seslendirmesiyle izledim. Azıcık sinemada ve o azıcık sinemanın da azıcık seansında orjinal dublaj ve türkçe altyazıyla izlenebiliyor olmasına rağmen salon kalabalık değildi. Önemsiz bir detay ama Kozyatağı Wings Cinecity Trio'da izledim ve arkamda Zeki Alasya ve eşi vardı :). Film mükemmel, bir sürü şeyi bir arada barındırıyor: komik, eğlenceli, duygusal, maceralı. Sadece üç boyutlu izlemeye çok gerek olmadığını ve 3D izleyeceğim diye burnu ağrıtmaya gerek olmadığı düşünüyorum.

Eski Toy Story'leri izledim mi hatırlamıyorum-oyununu oynamıştım :)-, ama öncekileri izlemiş olmak gerekmiyor. İzleyenlerin filme daha da bayılacağına eminim. Serinin üçüncü filminde Andy artık büyümüş ve oyuncaklarıyla oynamayı bırakmıştır. Ayrıca üniversiteye gideceğinden odasını boşaltması gerekmekte ve bu oyuncaklarına ne yapacağına karar vermesi anlamına gelmektedir. Oyuncaklara veda şeklinde olan filmin devamı olmayacağını duydum, umarım bu bir son değildir.

Karakterlerin tipleri, mimikleri, esprileri acaip eğlenceliydi; bir de gündüz seansında çocuklarla izlenirse -etrafta kıkırdayan miniklerle- daha da güldürücü olabilir, tabii seslendirme rahatsız etmeyecekse. Benim favorim utangaç sevimli küçük kız Molly idi. En güldüğüm de Mr. Tortilla Head. Seslendirmelerde Beren Saat ve Kıvanç Tatlıtuğ kullanarak Barbie ve Ken'i sanki film onların çevresinde dönüyormuş gibi göstermeleri ise oldukça saçma, ama videolarda gördüğüm kadarıyla Beren Saat'e Barbie'lik çok yakışmış, hatta orjinal izlerken bile Beren Saat'i görüyorum gibi oldu.

Ancak filmin daha ilk yarısında oyuncaklarım çatı katında kimse onlarla oynamadan yıllardır duruyor, dura dura eskiyor, diye düşünmeden edemedim; ama onlara Molly'nin baktığı gibi güzel bakacak ve oynayacak birini bulmak da zor.

Gelecekte 3 boyutlu olarak vizyona gelecek Rapunzel ve Megamind animasyon filmleri de izlenesi...

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Up (2009)

İlk 15 dk'sını facebook'ta beşikten mezara bir aşk hikayesi diye izlemiştim, defalarca izlenebilecek kadar güzel yapmışlar ve filmin başarısını da bu kısım sağlamış. Çocukluk arkadaşlarının evlenmeleri, döküntü halinde görünen evi hayallerinin evine dönüştürüşleri duvarları boyamaları, resimler çizmeleri, izlemek lazım...
Devamında eşini kaybeden yaşlı adamın, çocukluk hayallerinin son kısmını gerçekleştirmek amacıyla evini uçurmasıyla macera kısmı başlıyor. Güney Amerika'ya (Ellie'nin küçük bir kızken "It's like America, but south" deyişi acaip tatlıydı) Cennet şelalesine gitmek üzere yola çıkan yaşlı adam, yalnız olmadığının, 8 yaşındaki doğa kaşifi çocuğun da yanında olduğunu farkına varıyor.

Müzikleriyle etkileyici hale gelen bu sevimli filmin, yazarları Amerikalı olsa da neden Fransızca bir kitaptan yola çıktığını ise anlayamadım. Avrupada geçen genelde savaş konulu Hollywood filmleri İngilizce oluyor, onu biraz kabullensem de bunun Fransız yanını bulamadım...

Filmin anlatmak istediği hayat bir macera, hep öyle bakmalısın; ama bazen çıkan zorluklar bu macerada başarma isteğini köreltebilir, seni yıldırabilir. Böyle durumlarda başka insanların desteğiyle maceraya devam edersin, o yüzden çevrendekilerin değerini bil. Burada da adamı başta karısı sonra da küçük çocuk maceraya atmada itici rolü üstleniyor.