27 Kasım 2010 Cumartesi

Little Children (2006)

 
Ayşe Arman'ın geçtiğimiz günlerde psikolog Emre Konuk'la yaptığı röportajda aldatmayı konuşarak gene birazcık ortalığı karıştırdığını okumuştum. Bunun üstüne aldatmayı aşk hikayesiyle iç içe işleyen bu film, direkt magazinel gündem filmi gibi oldu, ülkemizde Tutku Oyunları adı ile piyasada olan film...

Küçük bir mahallede gündüz iş vakitlerinde çocuklarını gezdiren anneler ve bir tane baba(Brad-Patrick Wilson) var. Bu bir babayla iletişim kurmaya çekinen süslü ev kadınları, sürekli onu izlemektedir. Bir gün bu süslü kadınların yanında başka bir yerden gelme gibi duran erkeksi giyimiyle diğer anne(Sarah-Kate Winslet) cesaretli çıkar ve Brad ile konuşmaya başlar. Sarah kocasıyla çok mutsuzdur, aslında fazla iletişimleri yoktur. Brad ise çok güzel, çok akıllı ve işinde başarılı eşiyle dışarıdan bakıldığında mükemmel görünen bir evliliğe sahiptir, tek sorunları ise Brad'in avukatlık sınavını geçmesidir. Ancak bütün gündüzleri çocuğuyla yalnız geçiren, yaşıtlarından soyutlanmış bu iki ebeveyn, iki çocukla beraber dörtlü olarak takılmaya başlar. Bir tarafta Sarah ile Brad'in aldatma ve yalanlar eşiğindeki aşkı anlatılırken, bir tarafta da mahalledeki pedofili adam ve iyi niyetli annesinin yaşamı ile bu pedofililiye düşman eski polisin arasında geçenler Todd Field yönetmenliğinde anlatılıyor.
Sonuyla, başlangıcıyla, hikayesiyle, işleyişiyle, her şeyiyle çok güzel bir film. Duygusal, romantik, insancıl bir film izlemek isteyenlere şiddetle tavsiye edilir.

25 Kasım 2010 Perşembe

Marat-Sade

Marat/Sade'yi şans eseri ilk gösterim günü Muhsin Ertuğrul sahnesinde izledim. Kısaca özetlemek istersem: ağır bir oyun, kaliteli bir yapım, harika oyunculuklar.. 

Ancak konuyu bilmeden gidince bir de günün yorgunluğu varsa dikkatini veremeyip pek bir şey anlamadan belki de uyuklayarak ilk yarı tamamlanabiliyor. Arada içilen çay sayesinde gösterinin ikinci yarısını pür dikkat izlenip mükemmel oyuncularla keyifli vakit geçirilebiliyor. Oyunun içinde mizah ve trajikomik durumlarsa durumun-konunun bunaltıcılığını hafifletiyor. Konusuysa Fransız Devrimi önderlerinden  Jean Paul Marat'ın öldürülüşünün,  sadizme adını veren Marquis de Sade yönetiminde akıl hastanesindekiler tarafından  oynanmasını anlatıyor.

Marat'yı Küçük Sırlar dizisinde Çet'in babasını oynayan Yıldırım Fikret Urağ, Sade'ı Murat Garibağaoğlu, oyunun "epizooot"larını haberci rolüyle daha önce izlediğim oyunda da oyunculuğuna bayıldığım, Çağlar Çorumlu, cinsel sapkınlığı olan Düpperet'yi Cengiz Tangör, Marat'yı öldürme planları yapan masum kız Charlotte Corday'ı Özge Özder oynuyordu. Bir de şarkı söyleyenlerden ön planda olan kadın oyuncu tiyatroda dikkatimi çekenlerdi.

Konuyu bilip izlenirken tek bunaltıcı olabilecekse, orjinalini Alman yazar Peter Weiss tarafından yazılmış oyunun türkçeleştirilmiş şarkıları (tiyatronun teknik altyapısı olarak ne kadar mümkün bilmiyorum ama izlerken tek aklımdan geçen 'şarkılar orjinal kalıp, türkçe altyazılı sergilenebilirdi' oldu). Yönetmen Ragıp Yavuz'un oyun için yorumuysa şöyle:

" "MARAT- SADE", insanlık tarihine ışık tutan dev bir sosyal devinimden, 1789 Fransız Sosyal Devrimi'nden küçük bir kesit. "Deli"lerin, "akıllı"ları oynadığı bir oyun. Ve, "Akılcı yaşamak kadar büyük bir çılgınlığın olmadığı" bir dünyaya yöneltilen sorular… Savaş adına, paylaşma adına, emek adına, aşk adına, mücadele adına, yaşam ve ölüm adına, seçme ve seçilme adına, iktidar ve güç adına sorular… Bir yanda, kökten devrimci Marat… Yalnız… Kitlelerden kopuk, hasta ve çağının sınıf bilincinden yoksun. Ama tarihin ve toplumsal değişimin yasalarına bağlı. Onlara ait. Diğer yanda, Marquis de Sade... Kökten bireyci… O da yalnız… Ama cebi soru dolu. Çağını kavramaya çalışan her aydının yanıtlaması gereken sorular. Hepimizin yanıtlaması gereken belki... Bize zaman zaman, bireyciliğinin aydınlık yüzünü gösteriyor sanıyoruz. Özgürlükler... Özerklikler… Kendimize karşı sorumluluk… Ama üzerimizde gölgesi büyüyen karanlık yüzüyle de yüzleşiyoruz Sade bireyciliğinin. Atomlaşma... Yalnızlık… Bunaltı… Şiddet… Öfke… Başa çıkılamayan hırs ve ego… Ve, tarihteki duruşları, üstü örtülemeyecek biçimde kabartılanmış bu iki bireyin kıyasıya düellosu… Bir "polemik" oyunu değil "MARAT - SADE". Çünkü, ne bir "dava"yı savunuyor, ne de bir "ahlak tezi" sürüyor ortaya. Ama çağına ve yaşama kafa tutmayı öneren bir değişimden söz ettiği kesin. Bu yargı, Marat'nın ağzından dökülen şu sözlerde gözlenebilir:

"Önemli olan, insanın kendi kendini saçlarından kavrayıp ayağa kaldırması, kendini bir eldiven gibi ters yüz edip, evrene yepyeni gözlerle bakmasıdır…"

İnsan, ister istemez, "Nasıl?" diye sorabilir. P. Weiss, oyununda bunu yanıtlamayı bilgece reddediyor. Bizi, zıtlar arasında ilişki kurmaya ve çelişkilerle yüzleşmeye zorluyor. Bir tek şeyin tanımlamasını yapmak yerine, farklı anlamlar arıyor ve yanıt bulma yükümlülüğünü de "ait" olduğu yere teslim ediyor. Bize… Aktaranı ve izleyeni ile, "tören" yaratacak bir tiyatroya...
Tiyatro, risk almalı… Aktaranı ve izleyeniyle… Artık!.."

21 Kasım 2010 Pazar

Exam (2009)

Büyük bir şirket önemli bir pozisyona eleman almak için başvuran adayları önemli sınavlardan geçirmiş ve son sınava 8 aday kalmıştır. Ancak bu son sınav, filmin ilk dakikalarında bir odada 8 kişinin oturduğu ve önlerinde soru kağıtlarının olduğunu görünce normal zannedilse de, hiç sanıldığı gibi olmayacaktır. Bu sınavın, sınav kağıdına zarar verenin diskalifiye olması gibi değişik kuralları vardır. Ayrıca bu 8 aday, bir iş yerinde karşılaşılabilecek uç karakterlerde, birbirinden farklı ve zeki kişilerdir. Sınav başlamadan adaylara söylenenlerden biri de 80 dk'da önünüzdeki 80 yılınızı planlayın olur. Sınav süresi başlar, ancak soru kağıdında herhangi bir soru görülmemektedir. Böylece zeki adaylar önce sınav sorusunu aramaya başlarlar, tabii kuralları çiğnemeden..

Sadece bir odada geçmesine rağmen merak uyandırak, gizemli ve ilginç bir film. Senaryo yazarı ve yönetmeni Stuart Hazeldine, BAFTA 2010 En İyi İngiliz Sinemacı ödülüne aday olmuş.

Bu tarzda daha iyi film olarak 12 Angry Men (1957) ile El método (2005) izlemeye karar verdim.

19 Kasım 2010 Cuma

Acı Aşk (2009)

Başrolde bir erkek (Halit Ergenç) ve üç kadın (Cansu Dere, Ezgi Asaroğlu, Songül Öden)... Adamın bu üçgenin hangi köşesini seçeceğinin zaman zaman şaşırtan öyküsünü değişik çekimlerle izliyoruz. Sürekli ne saçma sapan olaylar bunlar dedirten bir film olsa da, yer yer yabancı filmlerden çalıntılar barındırsa da, izlerken eğlendiren, izledikten sonra geride boşaltılmış bir kafa bırakan bir film...
Güneşin Oğlu filminin senaryo yazarı ve yönetmeni Onur Ünlü, Acı Aşk'ı yazmış, Kanal D'nin Gossip Girl çakması Küçük Sırlar dizisinin yönetmeni A. Taner Elhan da yönetmiş.

Yüzleşme

Oyun, deniz kıyısındaki bir tren istasyonunda karşılaşan modern görünüşlü ve zeki bir kadın olan Züleyha ile kıro ve paraya düşkün görünen, ancak temiz kalpli bir adam olan Yadigâr'ın tren gelene kadar olan sohbetini anlatıyor. Birbirinden tamamen farklı iki kültürden insanın kişilikleri ile yüzleşmesini konu alan oyun, bunu anlatırken yazıldığı dönem olan 80'leri eleştirirken, günümüzde de pek bir şeyin değişmediğini fark ettiriyor.

Biletleri alırkenki hedefimin aksine Perihan Savaş'ın değil Yadigâr rolündeki  Arslan Kacar'ın harika oyunculuğu ile oyunu zevkle izledim. Kacar aynı zamanda oyunun yazarı ve hapiste geçirdiği yıllarda çok başarılı bir eser yazmış, yazdıktan 23 yıl sonra olsa da oynanmasını sağlamış. Sanırım Perihan Savaş pek hazırlanamamış bu oyun için, çünkü bazen replikleri karıştırıyordu, bazen de rolü rol yapar gibi yapıyordu. Buna rağmen, karamizah içinde sahnelenen bu tek perdelik İstanbul Şehir Tiyatroları oyununun, özellikle Arslan Kacar için görülmesi gerektiğini düşünüyorum.

18 Kasım 2010 Perşembe

Dark City (1998)

Çekildiği dönemde konu ve çekimlerin farklılığıyla efsanevi filmler arasına girdiğini tahmin ettiğim, şimdiki ve gelecek zamanda izlenince ise, ilginç çekimleriyle etkileyici, ancak konusuyla sıradan olabilecek bir film.

Filmin başında John Murdoch(Rufus Sewell) isimli bir adam bilmediği bir yerde uyanıyor ve katil olarak arandığını öğreniyor. Sonradan şehrin garip yetenekleri olan yaratıklar tarafından ele geçirildiği ve şehirde kimsenin gündüz olduğunu hatırlamadığını farkediyor. Bir özelliğinden dolayı bu yaratıkları yok edip yaşamı normale çevirebilecek tek kişininse Murdoch olduğu ortaya çıkıyor. Film, Murdoch'un psikiyatristi yardımıyla hayatı normale çevirmeye çalışmasını konu alıyor.
Filmin görüntü yönetmeni Tim Burton'lu filmler Alice in Wonderland, Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street ve  Pirates of the Caribbean serisinin görüntü yönetmeni olan Dariusz Wolski. Filmin yönetmeni olan Alex Proyas'nın Wolski ile yaptığı The Crow(1994) adlı filmi de merak ediyorum.

Romantik komedilerden nefret eden ve kara film(film noir) hayranlarının baştacı edeceği, benim gibi kara filmlerde uyuyup karalık olacaksa kara mizahı tercih edenlerinse pek o kadar da sevmeyeceği hatta uygun ortamı yakalayınca ne güzel uyudum bu filmde diye hatırlayacağı iyi yapılmış bir film.

2 Kasım 2010 Salı

Muzlu ve çikolatalı kek

 
Malzemeler:

* 5 yemek kaşığı margarin
* 1 su bardağı şeker(az tatlı seviliyorsa daha az olabilir)
* 2 yumurta
* 1 tane ezilmiş muz
* 1/3 su bardağı süt
* 2 su bardağı un
* 1 paket kabartma tozu
* 1-2 avuç damla çikolata

Önce şekeri ve margarini karıştırın, margarin ısınmış olursa daha kolay karışır. Karıştıktan sonra fırını 175 dereceye getirip borcamı yağlayın. Sonra yumurtaları, muzu ve sütü tek tek ekleyip karıştırın. Unu ve kabartma tozunu karıştırıp eleyerek karışıma ekleyin. Karışımı borcama döküp üstüne damla çikolatalardan istediğiniz kadar koyun ve borcamı fırına koyun. Üzeri kızarmaya başlayınca 150 dereceye getirip pişene kadar (1 saat ya da daha fazla) fırının kapağını asla açmayın, yoksa kek sönebilir. Piştikten sonra en az 10 dk dinlendirip öyle kesip servis yapın.

Afiyet olsun :)

Not: Yukarıdaki fotoğrafı tıklayıp büyütürseniz kekin en ince ayrıntısına kadar görebilirsiniz ;)

1 Kasım 2010 Pazartesi

L'appartement (1996)

Evlenmek üzere olan Max (Vincent Cassel), sevgilisi için alacağı yüzüğü ayırtmak için telefon etmek üzere restoranın telefon odasına gider, içeride bir kadın vardır. Sonradan farkeder ki bu kadın yıllar önce yeni bir  iş için New York'a giderken geride bıraktığı sevgilisi, hayatının aşkı Lisa(Monica Bellucci)'dır. Peşinden koşar, ama Lisa'ya yetişemez, ancak kafasına koymuştur, onu bulacaktır. Bu sefer işi ikinci plana atar ve Tokyo'ya gidecek olan uçağa binmez, Lisa'yı aramaya başlar. Lisa'nın en yakın arkadaşı Alice, en başından beri Max'e tutkundur, ancak bunu ne Lisa ne de Max bilmemektedir. Böyle Alice kendini Max'e  başka bir Lisa olarak tanıtır ve oyuna başlar. Max'e daha yakın olmak için onun en yakın arkadaşıyla bile flört eder... Alice'in oynunun içinde Max'in Lisa ile buluşmaya çalışma hikayesini parça parça olayları bize yavaş yavaş farkettirerek  değişik bir kurguyla anlatıyor ve beklenmedik bir sonla bitiyor.Gilles Mimouni'nin yazıp yönettiği tek film olan Apartman'ın sonradan, Mimouni'nin yapımcılığı ile Hollywood versiyonu Wicker Park çekilmiş.