28 Şubat 2010 Pazar

New York, I Love You (2009)

"Paris, je t'aime" filmini başta sonra olmasa da parça parça izleyip sevmiştim, onu hala tam olarak izlememiş olsam da nedense "New York, I Love You"yu izlemeyi çok istemiştim, ancak denk geldi :) Öbürü kısa filmlerden oluşuyordu, biri bitip diğeri başlıyordu; bunda ise tek film halinde içiçe girip birleşmiş halde değişik yönetmenlerin aşk temalı NY'ta geçen filmleri var. Sonunda bağlama şeklini pek sevmediğimden ayrı ayrı gösterseler daha mı iyi olurdu bilmiyorum, ama parça parça sevdim filmi :)

Yönetmenlerden biri Fatih Akın olunca tüm o meşhur Hollywood yıldızlarının yanında Uğur Yücel'i görmek sevindirici, bir de kısacık rolüne rağmen yeteneğini görünce daha da güzel oluyor. Benim en beğendiğim Yvan Attal'ın film parçası oldu, diğer filmlerini de izleyesim geldi. Wen Jiang'ın hırsızlı filmi gülümseticiydi. Brett Ratner'ınkinde Jeff Nathanson'ın yazdığı hikayedeki sonundaki şaşırtıcılık güzeldi. Allen Hughes'ınki de fena değildi, baktım ki şu aralar oynayan The Book of Eli son filmiymiş. "Elizabeth: The Golden Age" filminin yönetmeni Shekhar Kapur'un ölümü aydınlık odada beyaz elbise-mor çiçekle anlatma şeklini, Natalie Portman'ın filmindeki siyahi adamın yaptığı akrobatik gösteriyi de sevdim.

Filmden aklımda kalan bir cümle yanılmıyorsam Hintli bir adamdan geldi: "Her şeyi yiyen birine nasıl güvenebilirsin ki?" :)

27 Şubat 2010 Cumartesi

Kabare

Bugün, yenilenen Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ne Kabare müzikal oyununa gittik. Tam tamına 2,5 (1,5+1) saatlik performans sergilendi. Oyun müziğiyle, kostümüyle ve tabii ki oyuncularıyla harika bir gösteriydi.

Bir yanda ekonomik ve siyasi kriz varken, diğer yanda Kit Kat Klüp'teki parlak eğlence yaşamı sunuluyor hikayede... Şehir tiyatrolarının sitesinde ise konu şöyle özetlenmiş: Bir kabare aktristi ile Amerikalı bir yazarın kısa ömürlü aşkı ve onları kuşatan büyük toplumsal kaos... 1931 yılı, Berlin... Bir yanda faşizmin tırmanışıyla süre giden huzursuzluk ve açlık; diğer yanda yalnızca eğlence ve para peşinde küçük burjuvaların kendi kabuklarındaki umursamaz yaşamı... Kült müzikaller sınıfında yer alan Kabare, 1972'de beyaz perdeye aktarıldığında 8 Oscar kazanmış ve "Tüm Zamanların En İyi Yüz Filmi" listesine girmiştir.

Oyunculara gelirsem, Emcee rolündeki Mert Turak'ın enerjisine ve güldürü yeteneğine hayran kaldım, kendimce oynadığı projeleri takip etmek sevindirici olacak. Uzun bacaklı Sally Bowles rolündeki Senan Kara Tutumluer'in "N'oluuuuuuuuuuur" deyişi ile her siyasi konuşma olduğunda "Yani politika falan mı? Ama bunun bizimle ne alakası var ki? '' diye soruşu, yere düşüş sahnesi, harika sesiyle söylediği parçalar özellikle bayıldığım noktalar oldu. Clifford Bradshaw rolündeki Can Başak'ın ise -tiyatroya dayımla gitme sebebim olmasını bir yana bırakırsak :) - en çok ses tonunu beğendim, zaten bir çok yerde duyduğum bir ses gibi geldi....

Gitmişken 2 tiyatro bileti daha aldım,bir aksilik çıkmaz gidersem onları da yazarım ilerleyen haftalarda... Bu arada aklıma geçen yıl İstanbul Bilgi Üniversitesi'de gittiğim “RENT” müzikali geldi. Onda da epey eğlenmiştik :)

25 Şubat 2010 Perşembe

Sebzeli Tortiglioni

Bu gün evde hazır yemek yoktu, dışarıdan bir şey yiyesim de gelmedi. Aklıma evde Barilla'nın tortiglioni makarnası olduğu geldi, internette biraz araştırdım ama çoğunlukla patlıcanlı, mantarlı ve kıymalı soslar yapmışlar bunların üçü de evde yok bari paketin arkasındaki tariften esinleneyim dedim. Gerçi onda da kıyma vardı ben kıymasızını yaptım. Görünüşü çok ilginç olmadı ama gene de bir fotoğraf koyayım dedim :)

Malzemeler
300 gr Barilla Tortiglioni, 1 domates (güzel domates varsa 2 de olabilir, o zaman domatesle beraber su eklemezsiniz), 1 havuç, 1 orta boy soğan, 1 sap kereviz, tavuk suyu bulyon, 2 kaşık tereyağı, tuz ve karabiber

İnce kıyılmış havuç, kereviz sapı ve soğanı tereyağı ile birlikte üzerine biraz su koyarak havuçlar pişene kadar pişirin. Sonra rendelenmiş domatesi, tavuk suyunu ekleyip üzerine çok az su koyun kapağı kapalı olarak domatesler pişene kadar pişirin ve üstüne tuz ile karabiber ekleyin. Son olarak sosu önceden pişirip süzdüğünüz makarna ile karıştırıp servis edin

Afiyet olsun :)

24 Şubat 2010 Çarşamba

Çeşitli 2 (müzik)

Daha önceden başka yerlerde paylaştıklarım kayboluyor diye burada toparlamıştım, bu sefer aradan neredeyse 4 ay geçecekken tekrar yapayım bir ikincisini dedim. İşte 5 Kasım'dan itibaren paylaştığım müzik videoları:

Reşid Behbudov'dan Sonbahar


Erol Evgin'den "Söyle Canım" nostaljik klibi:


Nilufer'den orjinal Mor Menekşe (o aralar Galatasaray'a hitaben bol bol söyleniyordu sanırım )


Kayahan'dan "Beni anlamadın ya"


Demir Demirkan & Fuat Güner'den "Aşk var ya"



Aziza Mustafa Zadeh - Take Five


The Amy & Erin Show - U Can't Touch This



System of a down - Chop suey


Sen şimdi uzakta cennette meleklerle bizi düşler ağlarsın.... (Barış Manço)


Shivaree - "Goodnight Moon"
Timsah.com


Jim Carrey - Don't You Want Somebody To Love


İbo Show 29 Kasım Bayram Özel programında Didem'i izlemişiz televizyonda onu da buldum, Fatih Ürek bile ağzı açık izliyor :) Linke tıkladıktan sonra HD'yi tıklayınca görüntü HD olmasa da düzeliyor :D

Mon amie la rose, Francoise Hardy


Erik Hassle & Ellie Goulding - Be Mine (Robyn Cover)

The Bird and The Bee - Fucking Boyfriend

Lights-Drive My Soul



Robyn - Be Mine


Değişik müzik istersen

Travis - Love Will Come Through



God Help The Girl

Charlotte Gainsbourg - Heaven Can Wait


Emiliana Torrini - Tuna Fish


Dusty Springfield - Spooky

Dusty Springfield - Spooky

Kate Nash - Merry Happy

21 Şubat 2010 Pazar

Fantastic Mr. Fox (2009)

Sonunda bir film festivaline bilet alıp film izleyebildim. Bu if istanbul'da festival ruhu hiç yok, geçen yıl biletsiz olan kısa filmlerde festival havasını daha çok hissetmiştim belki onun Taksim'de bunun Caddebostan'da olmasıyla da ilgili olabilir bilmiyorum :) CKM'nin en üst katındaki tiyatro salonundan bozma sinema salonunu !f'e ayırmışlar o yüzden teknoloji eksikliğinde bir salondu. Festival kavramı eğer vizyonda da gösterilebilecek bir filme bilet aldıysan, kötü salonda izletme nedeniyle acaip anlamsız geldi bana. Olayın hikaye kısmını geçip filme dönersem...

Filmin hikayesinin alındığı romanın yazarı Roald Dahl'ı küçük yaşlarımda"Matilda" ile "Charlie'nin Çikolata Fabrikası" kitaplarıyla tanıyordum, hikayelerine bayılmıştım, filmlerini de sevdim. Böyle yaratıcılığı yüksek bir yazarın başka bir kitabının filmi olunca kesin severim diye düşündüm ve bileti aldım :) Böylece tanınmış bir yönetmen olan Wes Anderson ile de tanışmış oldum (hem de aynı gün doğmuşuz), filmseverlerin tanıdığı bir yönetmenmiş artık ben de bundan sonra filmlerini izler tanırım :)
Filmdeki animasyon ilk başta yavaş geldi(bıdı bıdı giden tilkiler şeklinde, film stop motion çeklikdiğinden olsa gerek), konuşmalarsa hızlı(yaşasın altyazı :D); sonradan animasyona ve seslendirmeye alışıp filme odaklanabildim. O tilkiler ne güzellerdi öyle, mimikleri, gözleri, zarif yapılı vücutları ve topuklu ayakkabı giymiş gibi ayaklarıyla. Film müzikleri ile karakterlere bir şey olunca gözlerin değişmesini de sevdim... Filmde gülümseten pek çok sahne oldu ama salonun sol taraflarındaki kahkaha atan adam kadar gülmedim neye güldü merak etmedim değil :)

Film hem çocuklara hem büyüklere şeklinde olmuş güzel olmuş.

18 Şubat 2010 Perşembe

Google Analytics

İnternet sitesiyle ilgili ne zaman kaç kişi gelmiş, ne kadar süre kalmış, nereden gelmiş, hangi yolla gelmiş, arama motoruyla geldiyse hangi aramalarla gelmiş bilgi veriyor google analytics. Ben de ara ara bu yolla blog'a arama motoruyla gelenlere bakıyorum. Mezuniyet ve iş görüşmelerinin arttığı bu dönemde ilk ikide "tez sunumu" ve "huawei iş görüşmesi" var. Kendi yaptığımla ilgili pek bilgi olmayan hatta aldığım sitenin linkini yazdığım "starbucks brownie tarifi" ile bir gün gene link vererek bir yazısını paylaştığım "mynet astroloji" de uzun zamandır hep bu listede görünüyor :). Seviyorum ben bu analitik incelemeyi ki benim blogda pek değişiklik olmuyor, olanlar ne çok eğleniyordur kim bilir :)

17 Şubat 2010 Çarşamba

Kanal-i-zasyon (2009)

Okan Bayülgen'in şov programlarında her zaman yaptığı televizyonla dalga geçmenin yoğun ve yüzümüze vura vura yapılmış bir hali... İzlerken sinemada izlemeye yazık olur, tam televizyonluk; ama hangi kanal bu filmi göstermeye cesaret eder diye de düşünmeden edemedim. Film aşırı abartılı şekilde (ki bu duruma dikkat çekmek için iyi bir şey) televizyonda yapılan yarışmalar, reality şovlar ve haber programlarıyla dolu. Ancak bu kadar yoğunlukta saçmasapan programı filmin içinde peşpeşe izlemek bir yerden sonra insanı bunaltıp ne zaman bitecek bu dedirtse de yüksek reyting alan televizyon kanallarındaki durumu açıkça gözler önüne seriyor.

Benim favori yarışmam "Dolu mu Boş mu" adlı izdivaç programı oldu. Bu yarışmada kutuların içinde mavi ve kırmızı elbiseli kızlar var. Kırmızılar zayıf, uzun ve manken gibiyken, mavililer hep şişman. Aynı "Var mısın Yok musun"daki gibi yarışmacı kırmızı çıktıkça üzülüyor ve Hamdi Bey'in teklifindeki kızın kilosu, kalan kırmızılı kız sayısı azaldıkça artıyor. Sonra yarışmacı teklifte sunulan ya da kutusundan çıkan kızla evleniyor. Ayrıca, meteoroloji haberini hislerine dayanarak sunan Medyum Memiş de güzel düşünülmüştü.
Filmin can alıcı noktası, başrol karakter eski camcı yeni televizyon patronu İmdat Bey'in (Okan Bayülgen), "Bir tane televizyona hapishanede 50 kişi bakıyor ve içerde olduğunu unutuyor; peki dışardaki adam televizyona bakınca ne oluyor? O da dışarıda olduğunu mu unutuyor?! Dedim bu kötü bir şey, ben yapamam" lafıydı.

Oldu bitti sinemada çok beğenilen bir film bile olduğunda seyircilerin hepsinin bir yere acil yetişmesi gerekiyor gibi çıkmasına sinir olmuşumdur, o yüzden filmin sonunda çekim hataları, filmde kesilen kısımlar ya da film müziğinin klibi gibi bir kısımla insanları içeride tutan film bitişlerini severim. Kanal-i-zasyon'da da yazılar bitene kadar film bitmedi, böylece filmde emeği geçenlerin adı en azından izleyiciler çıkmadan ekranda görünmüş oldu.

Bir de en başta Hakkı Devrim'in bir sözü var: "Bir şey bir kez oluyorsa kazadır, ikinci kez oluyorsa tesadüftür, ama üçüncü kez oluyorsa istikrardır." diye....

14 Şubat 2010 Pazar

Up in the Air (2009)

İnsancıl ve değişimi sevmeyen birisi için dünyanın en kötü, en zor işiyken; bir yere sabit yaşamayı sevmeyen tüm hayatını bir sırt çantasına sığdırabilen, bir yere giderken yanında götürmek isteyeceği insan olmayan biri içinse dünyanın en güzel işi sayılabilen bir iş onunki... ABD'nin dört bir köşesine gidip kovulan insanlara kovulduklarını, kovuldun demeden anlatmayı gerektiriyor onun işi. Bu işi yaparken sürekli uçuyor yılın 270 gününü havada geçiriyor ve yılda sadece 43 gününü evde geçiyor. Eh böyle bir işte başarılı birinin de evlilik fikrine karşı olduğu evliliği gereksiz göreceği de aşikar. İşte bu rolde oynuyor George Clooney Mr. Bingham rolünde...

****Buradan sonrası filmle ilgili bilgi içerir****Birden aynı işe yeni mezun 23 yaşında bir kız alınıyor(bir anda eyvah adamın işini elinden alacak düşüncesi geçiyor akıllardan), bu kızın teorisi her şehre tek tek gidip yüzyüze insanları kovmak yerine, önemli olan kelimeler olduğuna göre, görüntülü konuşmayla da halledilebilir bu iş; o kadar para ve zaman harcamaya gerek yok. Bir süre Mr. Bingham ile çaylak kızımız beraber işlerini icra etmeye gidiyorlar, burada tecrübeli bay Bingham'ın kızımızı eğitmesini çok sevdim, gerek kovmada gerek uçmada. Mesela havalanında zaman kazanmak için yapılması gerekenler: kabine alınabilecek bagajla seyahat etmek için havaalanında bagaj değiştirtmesi, kontrolden geçerken Asyalıların olduğu sıraları tercih etmenin zaman kazanmak açısından en iyisi olduğu gibi gerekli ufak şeyler :). Neyse beraber çalıştıkları kovma işlerinden bir süre sonra patronları tarafından geri çağrılırlar; çünkü artık on-line olarak kovacaklardır.
Tabi işler böyle yürümüyor, insanlar belli bir yaşa gelmiş ve kovmaya yanına kadar gelmiş birinin kendilerine daha çok değer verdiğini ve belki de daha çok kovmaya hakkı varmış gibi düşünüyor bu nedenle daha zor depresyona giriyor, intihar ediyor vs. Gerçi filmde intihar eden kadını yüzyüze kovmuştu çaylak kızımız; o nedenle burada film başarısız oluyor ya neyse, filmin geneli güzel, belki de filmin senaryosunu oluşturan kitap güzeldir bilemiyorum tabi okumadan...
Hikayemizde karizmatik ve işinde harikalar yaratan adamımız Mr. Bingham gittiği şehirlerin birinde kaldığı otelde tanıştığı, gittikçe daha çok hoşlandığı kadını(Vera Farmiga) kardeşinin düğününe götürüyor ve sonradan kadına daha çok bağlanıyor o kadar ki yılda 43 gün kaldığı evinin anahtarını bile veriyor. Sonra bir seminerin ortasında semineri bırakıp uçağa atlayıp onu görmeye Chicago'ya gidiyor ve görüyor ki kadın evli ve iki çocuğu var. Kadının gözünde adam sadece bir kaçış, bir ara, değişiklik... Adam doğal olarak yıkılıyor ne yapacağını bilemiyor, bari iyilik yapayım diyor çaylak kızımızın başka bir işe girmesi için ona referans oluyor, böyle havada başlayan film havada bitiyor; ama güzel vakit geçirtiyor.

Ayrıca filmdeki 34 yaşındaki kadının 23'lük çaylağımıza doğru erkek tanımını sorup, sonra kendi yaş grubundakilerin ne düşündüğü anlattığı kısmı sevdim. Favori kovma yöntemi ise kovulacak adamın özgeçmişine bakıp yan dal olarak, Fransız yemek pişirme sanatını seçtiğini görüp, tekrar bu alana yani hayallerinin mesleğine dönebileceğini söyleyerek kovulan adama umut vermesi oldu.
Böyle havada ve mutsuz bitmesi nedeniyle ben kendi sonumu kendim kurdum: kadın aslında mutsuz olan evliliğini bitirir ve yeni aşkıyla ikinci baharını yaşamaya başlar, böyle olunca bir romantik komedi. Tekrar dikkatimi çekiyor ki gene bir orta yaş romantik komedisi. Filmin adıysa bence çok orjinal olmuş :)

13 Şubat 2010 Cumartesi

Finding Neverland (2004)

Bu bir çocukluktan çıkma masalı, Peter Pan'in tiyatro oyununa konma filmi. Hem tam bir çocuk filmi, hem de büyüklere masum film niteliğinde; zaten en iyi aile filmleri kategorisinde aldığı ödüller bunu kanıtlıyor... İzlerken Johny Depp'e bir kez daha hayran kalınıyor ve bir filmini daha izleyesi geliyor insanın. Neyse ki 5 Mart'a çok fazla kalmadı Alice in Wonderland'de kendisini tekrar izleyebileceğiz :)
Küçük oğlan gitti, son 30 saniyede yetişkin biri oldun diyor Johny Depp, küçük oğlanların en büyüğü(George)ne annesinin hastalığının ciddiyetini öğrenip verdiği tepki üzerine. En duygulu en etkileyici sahne ise evin içinde Peter Pan'i oynadıklarıydı. Tabii ki Johny Depp'in yatak odasının bir neverland olması da harika bir ayrıntıydı.
Ayrıca filmin yönetmeni Marc Foster, izlediğimde bayıldığım The Kite Runner(Uçurtma Avcısı)'ın da yönetmeniymiş. Anneanne rolündeki güzel kadın Julie Christie'yi 1965 yapımı Doctor Zhivago filminde tanımıştım, linke baktığımda hala New York, I Love You filmini izleyemediğimi farkettim...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Whatever Works (2009)


Whatever Works (Türkçe mealine "ne de olsa işe yarar" denebilir), Türkiye'de "Kim Kiminle Nerede?" adıyla vizyona girmiş karmaşık ilişki temalı ama içi dolu bir Woody Allen filmi... Filmden bilgi içerecek şekilde anlatırsam:

Önce kendi kendine(aslında bizimle konuşuyor tiyatrolarda oyuncuların seyirciyle konuştması gibi) konuşan Boris adlı, 80 civarı bir yaşta, fizik dalında Nobel'e aday gösterilmiş bir adamla karşılaşıyoruz. Anlattıkları ise din üstünden para kazanan insanlar, demokrasi, insanların hepsinin saygın olduğu şeklindeki yanlış anlayış; yani özde insanların hayatı olması gerektiğinden daha kötü hale getirmesinden bahsediyor. Boris'in yani Woody Allen'ın "Whatever works" hikayesi de bu: "Birini incitmediğiniz sürece "ne olsa işe yarar". Bu acımasız, manasız kaosun içinde kendine bir keyif aşırabileceğin her yol." Bir taraftan biraz kendiyle biraz da seyircilerle dalga geçerken: "Hollywood'daki aptalın biri kendine daha büyük bir havuz yaptıracak diye biletlere bir sürü para ödediler." Bir taraftan da başka filmler ve onların seyircileriyle dalga geçiyor: "Ve bilin diye söylüyorum, bu film kendinizi iyi hissetmenizi sağlayacak türden değil. Yani eğer kendini iyi hissetmek isteyen o aptallardan biriyseniz gidin kendinize bir ayak masajı yaptırın."

"Zaten bütün bunların ne anlamı var ki?
Hiçbir şey. Sıfır. Hiç. Hiçbir anlamı yok, yine de bu dünyada amaçsız yaşayan aptalların sayısı çok fazla. Ben öyle değilim. Benim bir vizyonum var. Seni, arkadaşlarını, iş arkadaşlarını, gazetelerini, televizyonunu tartışıyorum. Herkes bilip bilmediği her konuda konuşmaktan memnun. Yanlış bilgiler dolanıyor. Ahlak, bilim, din, politika, spor, aşk. Cüzdanın, çocukların, sağlık, İsa hakkında. Eğer yaşamak için günde dokuz öğün meyve ve sebze yemem gerekiyorsa yaşamak istemiyorum. Lanet olası meyve ve sebzelerden nefret ederim. Omega-3'ler, koşu bandı, kardiyogram mamografi, leğen kemiği somografisi... ve Tanrım, kolonoskopi.

Bütün bunlarla beraber seni, senin için neyin uygun olduğunu söyleyen ve sana hayatı tanımlayan yeni nesil aptalların olduğu bir kutuya koyduklarında gün yine doğar. Babam sabahları okuduğu gazete haberleri yüzünden depresyona girip intihar etti. Peki onu suçlayabilir misiniz? Korku, yolsuzluk, cahillik, parasızlık, soykırım, AIDS, küresel ısınma, terörizm, silahlı aptallar, politikacılar. Kurtz, Karanlığın Kalbi romanında "korku" demişti. "Korku." Kurtz oraya bir gazete dağıtımı yapılmadığı
için şanslıydı, o zaman görürdü korkuyu. Ne yapabilirsin ki? Darfur'daki bir katliamı veya bir okul servisinin patladığını okuduktan sonra, "Tanrım, korkunç!" deyip de sonra sayfayı çevirip yumurtanı yer, çayını mı yudumlarsın? Yani ne yapabilirsin? Bu kahredici bir şey.

İntihar etmeyi denedim.Açıkça görünüyor ki işe yaramadı. Bunları neden duymak isteyesiniz ki? Zaten kendi sorunlarınız var. Eminim hepiniz hüzün dolu küçük umutlarınızla ve hayallerinizle uğraşıyorsunuz. Tahmin edilebileceği gibi yetersiz aşk hayatınız. Batırdığınız işler. "Ah, keşke o hisseyi alsaydım!", "Keşke yıllar önce o evi alsaydım!", "Keşke o kadına açılabilseydim. "

Keşke bu, keşke şu.
Bir şey söyleyeyim mi?
Bana "yapmalıydım, yapabilirdim." demeyin.

...Sırası gelmişken, bu acımasızlığımın kişisel başarısızlıkla alakası olduğunu düşünmeyin. Akılsız ve barbar bir medeniyetin standartlarına göre, ben yine de şanslıydım.
"

Filmin vermek istediğini de başta verip hikayeyi başlatıyor...

Ebeveynlerinden kaçıp Newyork'a gelen 21 yaşında kızın önce yaşlı ve zeki bir adamın evine sığınıp, sonra onu evlenmeye ikna etmesiyle olaylar gelişir. Boris başından beri ilişkiye karşıdır çünkü sonunda terkedileceğini biliyordur(bunların ilişkisi bana Eda Taşpınar- Nurettin Hasman ikilisini hatırlattı). Hatta bir konuşmalarında kızın kendine aşık olduğunu söylemesi üzerine: "Aşk, sana anlattıklarının aksine her şeyin üstesinden gelemez. Hatta devam bile etmez. Sonunda, gençliğimizdeki romantik isteklerimiz o kadar azalır ki,"whatever works" deriz." diyor.

Evlilikleri bir yılı dolduğunda annesi gelir, çünkü babası onu en yakın arkadaşıyla aldatmıştır, ama sonradan anlaşılır ki zaten kızın anne ve babası birbirine uygun değillermiş, mesela adam sadece erkeklere olan iligisinin korkusundan evlenmiş, kadın da monoton bir hayattan mutlu değilmiş. Sonradan kadın iki erkekle aynı evde yaşamaya ve adamlardan biri sayesinde içindeki sanatçı ruhunu ortaya çıkarıp fotoğraflar çekip sergi açmaya başlıyor. Kızın babası ise, annesinden 1yıl sonra Newyork'a geliyor karısını ikna etmeye, ama birden eşcinsel olduğunu dışa vurup kendine erkek bir sevgiliyle beraber mutluluğu buluyor yani. Filmin sonunda tüm karakterler hep birlikte yeni yıla giriyorlar ve film bitiyor :)

Boris'in yeniyıl ile ilgili düşünceleriyse gene karamsar: "Yeni yıl kutlamalarından nefret ederim. Herkes eğlenmek zorunda. Aptalca bir şekilde kutlama yapmaya çalışıyorlar. Peki ya neyi kutluyorlar? Mezara bir adım daha yaklaşmalarını mı? Bu yüzden, söylemekten dilimde tüy bitti; bulabileceğin veya alabileceğin her sevgi, tutunabileceğin veya sağlayabileceğin her mutluluk iyiliğin geçici de olsa her bir ufak parçası, "whatever works" "

1 Şubat 2010 Pazartesi

Chocolat (2000)

Yıllardır Johnny Depp'in oynadığını bilip izlemeyi kafaya koyduğum, buna rağmen filmde epey az rolü olan ama sayesinde filmin adını hatırımda tutmuş bir film...

Konusu ise bekar bir anne (Juliette Binoche) ile kızının yeni bir köye taşınıp orada çikolata dükkanı açması ve köydeki aşırı dinci insanlarla mücadelesini anlatıyor. Köye gelerek dar görüşlü ve aslında mutsuz olan köylüleri çeşit çeşit çikolatalarıyla mutlu edip hayatlarına renk katarken; biz izleyicilerin de içini ısıtıp, iştahını açıyor (ki filmi izledikten sonra sıcak beyaz çikolata yapıp içtik)... Johnny Depp ise oyunculuğuyla muhteşem, rolü az da olsa filmi sevmeyi artıran bir etken olarak yeterli sayılabilir.