31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni Yıl

Herkese sağlıklı, mutlu ve bol paralı, 2009'daki sıkıntılardan uzak bir yıl diliyorum...

27 Aralık 2009 Pazar

Otizm

Vikipedia tabiriyle otizm üç yaşından önce başlayan ve ömür boyu süren, sosyal etkileşime ve iletişime zarar veren, sınırlı ve tekrarlanan davranışlara yol açan beynin gelişimini engelleyen bir rahatsızlıktır. Az önce haberlerde Sakarya Otistik Çocuklar Eğitim Merkezi'ni gösterdiler ve haberi 1988 yapımı "Rain Man" filminden karelerle birleştirerek sundular. Çok beğendiğim filmlerden ikisi bu ve bu otizm ile ilgiliydi (gerçi bu Yağmur Adam'ı izlemedim), ama nedense bu hastalık neymiş hiç tam olarak okumamışım. Diğerlerinden nasıl bir farkı var buranın bilmiyorum, ama otistik çocukların aileleri buranın diğer gittiklerinden (yurtdışında da bazı merkezlere gitmiş olanlar vardı) farklı olduğunu çok kısa sürede(yanılmıyorsam 13yılda olan gelişme burada 3 ayda oldu şeklinde bir cümle kurmuştu bir çocuğun annesi) çocuklarının daha normal davranmaya başladığından bahsettiler. İzlediğimiz görüntülerde pinpon oynamak gibi çeşitli spor dallarına yönlendirilen çocukları gösterdiler...

500 Days of Summer

Konusunu ve filmde olacakları az çok bilerek izlenen klasik romantik komedilerden farkı anlatış tarzı: Artık sık karşılaşılan bir ileri bir geri gitmenin yanına, sonlara doğru bir de Beklenenler ve Gerçek şeklinde ikili video koymuş Marc Webb adlı yönetmenimiz, güzel olmuş. Film müzikleriyle eğlenceliydi, bir de video ekleyeyim dedim bu sefer :



****Buradan sonrası filmle ilgili bilgi içerir****“Bu, genç adamın genç kızla tanışma hikâyesidir. Esas oğlan; Margate, New Jersey'li Tom Hansen. Doğru insanı bulacağı güne kadar asla gerçek mutluluğa ulaşamayacağına inanarak büyüdü. Bu düşüncesi, küçüklük çağlarında dinlediği hüzünlü İngiliz pop şarkılarından ve The Graduate filmini tamamen yanlış yorumlamasından kaynaklanıyordu.

Esas kız; Shinnecock, Michigan'lı Summer Finn. Aynı fikirde değildi. Ailesinin evliliği parçalandıktan sonra sadece iki şeyi sever olmuştu. İlki uzun siyah saçlarıydı. İkincisi ise, onları kılı bile kıpırdamadan kesmesi ve hiçbir şey hissetmemesiydi.

Tom, Summer'la 8 Ocak'ta tanıştı. Neredeyse daha o anda, aradığı kişinin o olduğunu anlamıştı. Bu, genç adamın genç kızla tanışma hikâyesidir. Ama şunu bilmelisiniz ki bu bir aşk hikâyesi değil.”

Film böyle bir açıklamayla başlıyor, yani olacakları az çok tahmin edebiliyoruz izleyemeye başlamadan... Kız birinin kız arkadaşı olmak istemiyor, esas oğlanla sadece arkadaş olmayı bıraktıkları halde ilişkilerini arkadaş olarak tanımlıyor, bunu da

"İstemiyorum da ondan.Bir kadının özgür ve bağımsız olmak istemesine inanmıyor musun? Birinin kız arkadaşı olma fikri beni huzursuz ediyor. Aslında birinin bir şeyi olma fikri genel olarak huzursuz ediyor. Ben kendi başıma olmayı seviyorum. İlişkiler çok karışık ve insanların duyguları incinebiliyor. Genciz. Dünyadaki en güzel şehirlerden birinde yaşıyoruz. Daha zamanımız varken eğlenebildiğimiz kadar eğlenelim ve ciddi meseleleri de sonraya saklayalım derim."

sözleriyle açıklıyor. Aslında böyle düşünme sebebi ailesinin yeni boşanmış olması. Ancak, sonunda ne oluyor bizim oğlandan ayrıldıktan sonra birden evleniyor. Bir nevi bizim oğlanı anne-babasının ayrılmasının getirdiği psikolojik travmayı atlatmak için kullanmış oluyor. Evet, ben böyle düşünüyorum; ama buna rağmen izlerken iki karaktere de asla sinir olmuyorsun her şey normal ve olması gerektiği gibi oluyor çünkü. Zaten kız da ilişkilerinin yürümeme sebebini "Hep olan şey. Hayat işte." diye açıklıyor.
"Yılın birçok günü aleladedir.Başlar ve biter. Hakkında hiçbir şey hatırlanmaz. Birçok günün, hayatın akışına bir etkisi yoktur."

Bazılarının da çoktur hayat işte; kız evleniyor ve çocuk eski işinin saçmalık olduğuna karar verip mesleği olan mimarlık için iş görüşmesine gidiyor vee orda Autumn ile tanışıyor.

Şimdi gelsin 500 Days of Autumn...

****Buradan öncesi filmle ilgili bilgi içerir****
Bir de Tom'un en fazla bu resimdeki kız kardeşinin sadece 20 saniyen var anlat çözeyim derdini havası da çok hoştu :)

25 Aralık 2009 Cuma

District 9

Özellikle sosyal medyada adını çok duyduğumdan merakım yüksek olan filmi izlerken uykum geldiği için 20-40-40 dk'lık 3 bölüm halinde de olsa sonunda bitirdim. İlk 20dk'yı izlerken aklımda yazabileceğim pek çok ayrıntı vardı ama sadece bilgisayar oyunu gibi yapmış olduklarını düşündüğüm kaldı...Film 30 yıl önce Güney Afrika'nın Johannesburg şehrinde "District 9" denen bir bölge ile sınırlandırılmış yere yerleştirilmiş uzaylılarla yaşanan sorunları konu alıyor. Bir tarafta yerliler bir tarafta MNU örgütü bir tarafta prawn (karides ya da bir tür cırcır böceğiymiş parktown prawn denen) dedikleri uzaylılar var. Sonradan bi MNU yetkilisinin DNA'sı değişerek yavaş yavaş prawn'a dönüşmeye başlıyor. İşte filmin konusu bu kadar, ne kadar gerekli ne kadar izlenmeli bir film herkes kendi karar versin tabi de, bilgisayar oyunundaki lazer silahlarıyla parçalanma sahneleri evde izlerken bile oldukça iyiydi :D
Neden Distict 1 değil de 9 bilmiyorum ama sanırım bir District 10 çekecekler gibi bitirmişler filmi...

**spoiler olarak da
Ben seni 3 yıl sonra gelip düzelteceğim diyor uzaylı baba, uzaylıya dönüşmeye başlayan insana (Wikus Van De Merwe), tam süre veriyor 3 yıl, ne eksik ne fazla uzaylı işte diyorsun kesin ve net :p

Yerli kabile reisinin uzaylı kolu yiyerek öyle bir kolu olacağını düşünmesi de ilginçti tabi

Bir de Wikus'un içine girdiği makinenin ortamı tarayıp ve gelen kurşunları toplayıp komple herkesi temizleme özelliği de baya hoşuma gitti, epeydir bilgisayarda böyle oyunlar oynamıyorum, bu özellikte asker varsa sırf ondan yapıp herkesi temizleyebilirsin :)

13 Aralık 2009 Pazar

The Burning Plain



Yönetmeni sayesinde(21 Grams, Amores Peros, Babel) izlenen filmlerden biri, hikaye normal anlatılsa sıkıcı bir film olacakken, bölünüp bir ileri bir geri anlatımı sayesinde merak uyandırıyor ve beğendiriyor. Filmi izlemeye başlamada iki güzel kadın oyuncunun olmasının da faydası var tabi:) Charlize Theron ile Kim Basinger...

12 Aralık 2009 Cumartesi

Julie & Julia

Julie Powell adlı kadının gerçek hayatını kaleme aldığı romanından uyarlanmış. Filmde Meryl Streep adeta şiir gibi oynuyor, nedense izlerken en çok düşündüğüm bu oldu. Belki (Julia Child adlı yemek kitabı yazarı kadın) rolünde hayatını tamamen boş geçirebilecekken (kıyafet alıp-diktirip süslenip arkadaşlarıyla dedikodu yapıp, resmi davetlerde kocasının gölgesinde süs misali durmak şeklinde olacakken, zaten 1940'larda ve 40 yaşında evlendiğinden bir çocuk doğurup büyütme durumu da pek söz konusu değil) yemek yapmayı öğrenme inadı, yabancılara karşı soğuk Fransızların içinde bir Amerikalı olarak kendini kabul ettirmesi, başarılı yemekleri ve sonunda şimdiye kadar 46 kez basılmış yemek kitabıyla başarılı insan profilinde olması da etkili olmuştur. Ayrıca rolde sürekli konuşan bir kadın olmasına rağmen insanı bunaltmıyor, hatta kocasını bile....

Ben beğendim, keyifle izlenip insanda bir şeyler yapmalıyım duygusu uyandıran mutluluk veren bir film, hatta bir ara Mozart ve Balina kadar sevdim diye de düşündüm ama bunun sonunu fazla sevmediğimden belki biraz eksik geldiğinden iyilerin ortalarında kaldı :)

Not: Bir de Julia'nın kardeşinin düğün kıyafetini çok sevdim, ama foto bulamadım :(

5 Aralık 2009 Cumartesi

Güzelleşsin derken


Sitenin görünümünden pek memnun değildim, uğraşmaya uğraşmış ama pek istediğimi yapamamıştım... tek yapabildiğim en üste fotoğraf ekleyebilmek olmuştu, o fotoğraf da yağmurlu bir karadeniz günündeki bulutlar aslında pek belli olmasa da :) Sonra internette gezinirken bu gülleri buldum biraz kesip biçtim dedim ne güzeller bunları siteme koyayım, uğraştım biraz koydum da ama güzel olmadılar... Dedim madem değişiklik yapasım var kısıtlı hazır şablonlardan koyayım birini gene dedim ve şimdilik böyle güller sadece burda da olsa bir şekilde sitedeler... :)

30 Kasım 2009 Pazartesi

Abre los ojos

İspanya'ya gidicem biraz fikrim olsun diye ispanyolca film listesi yapmıştım babamdan da istemiştim indirsin 2008 yazında izlerim diye, ama erasmustan vazgeçince filmler kaydedildiği DVD ile beraber kayboldu. Sonradan nasıl olduysa bu film tekrar inmiş ve ben de evden getirdim :)

Neyse izlemeyi beklerken biraz ekşiden neymiş diye baktığımda Tom Cruise'lu Vanilla Sky'ın bu filmin sonradan çekilmiş Hollywood versiyonu olduğunu öğrendim, filmi izlerken de hatırladım ki Vanilla Sky'ı izlerken içim daralmıştı ve sonunu uyuklayarak getirmiştim o yüzden ne olduğunu hatırlamadan izledim, tabii bu iyi bir şey oldu merakla sonunu bekletti...
Harika kadın oyuncu Penelope Cruz ve sevimli yakışıklı Eduardo Noriega (başka filmlerini de görmek lazım sanki) ile bir noktada filmin birazcık merak uyandırması filmden kopmamı önledi... Mutlaka izlenmeli listesinde bulmuştum, bence o listelik değil çünkü konu nedeniyle içimi bunalttı; ama iyinin kötüsü bir film, izlemek görmek güzel...

29 Kasım 2009 Pazar

A Beautiful Mind

Tekrar izlediğimde ilgimi çeken noktalar

"Dersler ancak kafa bulandırır. Gerçek yaratıcılık ihtimalini yok eder."

John Nash'in hoca olarak girdiği bir derste ise "Şahsen, bu dersin sizin için zaman kaybı olduğunu düşünüyorum. Daha kötüsü benim için de öyle." demesi ve peşine sınıfın sıcak olma probleminin çözülmesiyle durumu her problemin birden fazla çözümü vardıra bağlaması....

Filmde ''Rekabet durumunda, kişisel hırslar ortak çıkarlara hizmet eder.'' şeklinde olan Adam Smith teorisinin yanlışlığını kendine kız arkadaş bulma çabası sayesinde kanıtlayarak tezini tamamlıyor, yani bilimi de faydasına kullandığını gösteriyor.

Anlamadığım evlenirlerken neden arabanın arkasına "alfa.beta+beta.alfa-->love" yazdılar?

"Onlar benim geçmişim,insan geçmişinden kaçamaz,hep onunla birlikte yaşar"

Yıllar önce izlediğim halde hala bebeğin küvette boğulması sahnesini hatırlamam (çoğu olayı unutmuşum)

Bir de filmde gazete ve dergilerdeki haberleri toplayıp oradan kendince şifreler çözmesi, Poe Gölgesi romanında ölümü çözmek için gazetelerdeki ilanları incelemelerini getirdi aklıma....

Aklıma takıldı neden matematik kullanırken hep aynı semboleri ( ksi, mü,epsilon, teta,fi....) kullanıyoruz?

Olayların nasıl gideceğini az çok hatırlayarak bir filmi izlemek güzel oluyormuş,bir de izleyen diğerleri bilmiyorsa :)

28 Kasım 2009 Cumartesi

Coraline



Yeni bir eve taşınan maceraperast karakter Coraline'nın annesi ve babası çok meşguldür ve kızlarıyla pek ilgilenmezler. Böyle olunca Coraline hayalindeki anne ve babasının olduğu renkli yeni dünyasını bulur ve olaylar gelişir...
Konu buydu, ilginç bir yanı yok ama kullanılan animasyon ve karakterlerin görünüşü değişikti, hatta izleyince bunların küçük oyuncaklarından olmalı bir kenarda diye düşündüm :) Küçükken her sevdiğim karakteri nasıl oluyorsa çocuk menüsünde verirlerdi, galiba artık animasyon filmlerin hızına yetişememeye başladılar ya da oyuncağını yapıp daha büyük karlar etmeyi mantıklı buldular :) Oyuncak sektörü ne büyük bir gelir kaynağı sonu yok, çocuk istiyorum dedi mi bir şekilde mutlaka alınıyor, yaşasın çocuk olmak ;)











Confessions of a Shopaholic

Epeydir merak ediyordum, filmin adında alışverişkolik geçince dedim herhalde bir sürü güzel kıyafet-ayakkabı görüp alışveriş yapasım gelecek, ama öyle olmadı. Hiç de Devil Wears Prada tarzı bir film çıkmadı. İzledikten sonra da aklımda kalan ise; kıza bak salaklık yaparak işe giriyor, işinin alanında birden çok tanınıyor ve her yaptığı salaklıkla takdir görüyor bir de üstüne patronunu sevgili yapıyor oldu. Filmdeki en sevdiğim replik ise :

"When I shop, the world gets better, and the world is better, but then it's not, and I need to do it again."

Gerçekten benim de evde canım sıkılınca bir şeyler almak ya da en azından markete gidip dolaşmak eğlenmemi yani bir taraftan bakınca dünyanın güzelleşmesini sağlıyor. Bilmiyorum bu bir hastalık mı ama başka hastalıkları önlediği kesin :)
Hatta geçen gün tekrardan farkettim yeni bir şey aldığımda onun türevi başka şeylere daha çok bakıyorum gene alıyorum; bunu farketmemi sağlayan ise aldığım gül reçeli, şu yeni yeni her tarafa açmaya başladıkları çeşitli gül türevi ürünlerin satıldığı yerden aldım, çok güzel :) Son 2 haftadır aldığım 4. çeşit reçel oldu bu, neyse ben alışverişkolik değilim bu sadece benim terapim :p Yoksa kendimi mi kandırıyorum :) :S

19 Kasım 2009 Perşembe

86/86 Cumhuriyet Sergisi

İstiklal'in girişinde önceden hiç dikkatimi çekmemiş yapı, 1732 yılında şehrin su ihtiyacını karşılamak için yapılmış "su maksem"i, 20 Aralık 2008'de Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi'ne dönüştürülmüş. 28 Ekim-28 Kasım tarihleri arasında da Cumhuriyet sergisi açmışlar. Serginin açıldığı yer burger'ın tam karşısı, beklemek için ideal, boş boş dikilmek yerine sergide dolaşarak bekleyebilir taksime gelenler :) Bu maksem sadece Beyoğlu çevresinin değil, Maslak-Derbent, Şişli hatta Yeniköy'in su ihtiyacını sağlıyormuş... Orada çektiğim bazı tablo ve heykellerin de fotoğraflarını ekleyeyim dedim, eserlerin çoğunun cumhuriyetle ilgisi yok gibi duruyordu ama sergiyi gezmek güzeldi, sürekli orayı açık ve güncel tutarlarsa burgerda boş beklemekten kurtuluruz :)








Sergide 65 yaşın üzerinde olduğunu tahmin ettiğim bir amcayla biraz sohbet ettik, bana yanında taşıdığı fotokobi kağıtlardan 2 tane verdi üzerinde çeşitli sözlerin yazdığı... Bir tanesi Yavuz Sultan Selim'in "Biz gönülleri toplu bulundurmak için perişan oluyoruz" sözüydü, sonra bakar eklerim belki gene :)

9 Kasım 2009 Pazartesi

İlk yolculardan olmak...

Bu sabah açılmış, gerçi açılmak kelimesi tam oturmuyor, muşambası sökülmemiş koltuklar ve silinmemiş granit yüzeyleri ve bir türlü düzene sokamadıkları inen uçaklarıyla. Burası Sabiha Gökçen Havalimanı'nın yeni yapılan terminali, öğlen 12'de içinde olduğum....

Zaten yurtdışından geç geldiği için 1 saat 40 dk sonra kalkış yapan uçak (Sun express) nedeniyle yorgun ve gerginiz, bizi bu yeni binaya indiriyorlar: Yan taraf komple cam, manzara apron, yürüyen bandlar var, tozlu ama silinince parlayacak granitler görüyoruz ve içerisi yeni kokuyor, yürüyoruz önümüzdekileri takip ederek... Biz diyorum çünkü uçakta yanımda oturan bayan, 4 aylık oğlu Arda ve 4 yaşındaki kızı Feyza beraber hareket ediyoruz ve yarım saat yürüyerek "pasaport kontrol" noktasındaki bizim uçağın yolcularının polis tarafından durdurulmuş kalabalığına ulaşıyoruz. Yürürken pek çok yaşlı görüyoruz, hatta koltuk değneğiyle yürüyeni bile var herhangi bir yardım söz konusu değil. Yolcu-polis tartışması siz buraya nasıl geldiniz çevresinde geziniyor, sanki o kadar insan gizlice girmiş oraya bir de yolcuyu azarlıyorlar. Sonra yaklaşık 10-15 dk bizi ne yapacaklarını düşünüyorlar çünkü oradan geçmemiz yasak! Çözüm bulunuyor üzerlerinde "Çelebi" yazan bir kaç tane görevli eşliğinde bizi garip yollardan üst kata çıkarıyorlar burası dış hatlarda uçacakların cafe ve free-shop'larının olduğu kısım, insanların şaşkın bakışları arasında bir uçak dolusu yolcu yolumuza ters yönde devam ediyoruz ve iç hatlara ulaşıyoruz.

Benim bavulum yok fakat yanımdakilerin tek başına hareket edecek hali yok, 4 yaşındaki Feyza yorgunluktan sürekli geride kalıyordu, hatta bavullara giderken bir ara bizi kaçırdı yanlış yola gidiyordu o arada annesi de dalmış ben bekleyip çağırıyorum burdayız diye. Bagajların geleceği bölümdeyiz, koyacak araba da bulamadık; çünkü yeterli sayıda yok, erken gelenler kapmış. Hatta bavulların geleceği yerde iki uçağın daha yolcusu var ve ortada hiç bavul yok. Sonra yanılmıyorsam Erzurum bavulları geliyor, bavul koyacak araba da hala gelmedi. Artık eve gitmeyi düşünüyorum uykusuz, yorgun ve açım, pek halim kalmamış, Son kez araba soruyorum "çelebi"lere, bana değil güvenliğe söyleyin diyor. Ben de artık gideyim, güvenliğe söyleyeceğim sizinle ilgilensinler diyerek onları bırakıp güvenliğe gidip durumu anlatıyorum umarım fazla bekletmeden bir araba götürmüşlerdir bayana diye düşünerek...

İşte böyle! Müjde Sabiha Gökçenin yeni terminali açıldı! Çelebi de yer hizmetlerini aldı! Sunexpress de ilk uçuşu gerçekleştirdi!

8 Kasım 2009 Pazar

The Black Balloon

Mozart and The Balina'dan sonra içinde otistik genç barındıran bir filmi daha o kadar çok olmasa da sevdim, bunda sanıyorum ki otizmi daha doğru yansıtıyor öbüründe hastalığı genelde olumlu gösteriyordu... Film otistik çocuğa ve kardeşe sahip olmanın dramını yoğun şekilde işliyor, mesela doğuma gün sayan annenin eğilip oğlunun pislettiği halıyı silmek zorunda kalıyor, ya da sağlıklı kardeşin doğum gününde yaşadıkları... Son olarak 2008 Avustralya yapımı, sıcak, samimi, içten bir film beğendim :)

Ekşideki yorum kısa ve öz olmuş
"yer yer charlie'nin ve ailesinin içinde bulunduğu zor durumda ciddi anlamda kendinizi kötü hissettiğimiz ama çoğunlukla keyifli, dramla komediyi iyi harmanlamış, duygu sömürüsüne pek meyil etmemiş eli yüzü düzgün bir film"

Bundan önce Palermo Shooting adlı filmi izleyecektik teknik sorundan dolayı kaldı, izlediğim kadarıyla ilginç görünüyordu...

7 Kasım 2009 Cumartesi

The Proposal


Sandra Bullock'lu romantik komedi, klişe dolu ama güzel :)

Peşine 20 dk'sından sonra uyuduğum Bruce Willis'in Surrogates filmi izlenmeye çalışılır :D

6 Kasım 2009 Cuma

Public Enemies


Vizyona girdiğinden beri izlemek isteyip izleyemediğim popüler başrolünde Johnny Depp olan, ama benim izlemek isteme sebebim Cristian Bale'nin oynaması olan film....

Gerçi filmi izleten Johnny Depp'in müthiş oyunculuğu oldu, Bale sönüktü. Zaten "The Machinist"ten sonra gittikçe daha az beğendim adamın oynadığı filmleri, ki "The Dark Knight" da bunlara dahil.


****spoiler****
Banka soyup soydukları para bitene kadar gezip tozan, bitince gene banka soyan lüks içinde yaşayıp kötü şekilde yok olan bir grubun "soysuzlar çetesi"nin hikayesi
****

5 Kasım 2009 Perşembe

Çeşitli

Baktım ki bloga yazı yazasım gelmiyor hiç, aklıma geleni facebook'ta iletilere ya da notlar bölümüne yazıyorum ya da bazen internetsizsem kağıda....

Şimdi bari fb ve ff 'den daha kalıcı olsun diye buraya toparlayayım ordakileri dedim...

23 Ekim'de Yılmaz Özdil'in yazısıyla Mümtaz'er Türköne 21 Ekim Akşam gazetesindeki röportajda "'Osmanlı gibi büyük düşünülmesini öneriyorum. Yani Apo'ya paşa rütbesi verilebilir. Osmanlı mantığıyla yaklaşırsanız, Bodrum Türkbükü'ne gönderilmesini öneriyorum'" dediğini öğrenmişim..!

24 Ekim günü 25 ve 26 Ekim'de doğan arkadaşlarımızın doğum günlerini kutlamışız, 25 Ekim'de "Mobile and Personal Communication Systems" dersinin projesi için öneri yazısı hazırlamışız... 27 Ekim kardeşimin doğumgünü için sabah uzaktan mesajla akşam da konuşarak kutlamışım, ne çok doğan var bu aralar :)

Sonra havaların 28-29  dereceye ulaştığı haftasonundan sonra havaların soğumasıyla beraber domuz gribi vakaları artmaya başladı, hatta hangi gündü hatırlamıyorum gazetenin çoğu domuz gribiyle dolu olup yeter artık dedirtti. Sonra bir yazı gördüm C vitamini ve sık sık el yıkamayla 5 yıldır grip olmuyorum diye, ne güzel dedim, yazının tamamı burda...

29 Ekim Cumhuriyetimizin kuruluş kutlamaları tüm Türkiye'de... Belki en yoğununun yaşandığı İstanbul'dayım, ama biraz da grip korkusundan olsa gerek evde camdan bando seslerini dinlemekle ve televizyondan izlemekle sınırlı kalıyor. Böyle olunca da bu sene o coşkuya pek kapılamıyorum, seneye fener alayına katılmak, bir ağızdan marşlar söylemek ve boğazdaki havai fişek gösterilerini izlemek üzere diyorum...

30 Ekim'de bu sene 20.si düzenlenen Efes Pilsen Blues Festival'e gidiyorum ilk kez, sırasıyla Ray Schinnery, Terry Evans and Band, Shemekia Copeland çıkıyor. Tek ilginç gelen insanların başta umursamaması ve konsere yemek yemeye gelmiş gibi dışardaki standlarda durup sandviçlerden yemeleriyle konsere geç teşrif etmeleriydi. Festivalse güzeldi ama inanılmaz, gene gitmeliyim, keşke bitmese duygularını getirmedi bana. Nedense çok umutlu gittiğim konserler genelde böyle oluyor, yanılmıyorsam üç yıl önce gittiğim Goran Bregoviç konseri de aynı hisleri vermişti... 31 Ekim'de de asıl günü 2 Kasım olan doğum gününü kutlamak üzere solistli, dansözlü  bir fasıla gittik, baya eğlendik iyi ki doğum günlerini kutluyoruz dedirtti bu peşpeşe doğum günleri :).. Ayrıca 31 Ekim'in cadılar bayramı olması sebebiyle, o günden sonra değişik ülkelerden cadılar bayramı fotoğrafları (geçen seneki kadar yoğun olmasa da) albüm albüm paylaşıldı fb'ta...

Back to reality....

Şu günlerde en popüler konulardan biri de GDO yani Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar... Bu konuda yazılan Melih Aşık, Yılmaz Özdil yazıları... Gerçi bugünkü gazetelerde tarım bakanının açıklamaları çıkan yasanın halkı korumak için olduğu yönündeydi, göreceğiz...

Sanıyorum ki Türk milletine yılbaşı hediyesi olarak doğalgaza %70 zam yapılması düşünülmüş, o kadar olmasa da yeni zamları göreceğimizi hissedebiliyoruz kış gelirken...

Dün beğendiğim bazı yazılar da şöyle 

Güneri Cıvaoğlu'ndan... Domuz gribine karşı “3 emir”

1- Catch it (Virüsü yakala) Hapşırırken ya da burun temizlerken, kâğıt peçete dar açılı kullanılacak ve hemen kapatılacak. Böylece virüs yakalanmış oluyor.
2-Beat it (Kâğıdı buruşturuyorsunuz ve virüsü yeniyorsunuz.)
3- Kill it (Çöp kutusuna atarak onu öldür.) Havlu değil, kâğıt mendil kullanmak çok önemli.
El yıkadıktan sonra da öyle.

GD O ve diğerleri

Güncel seçme konulardan

Günü Burak Kut ile Britney Spears'ın geri dönüşünü simgeleyen klip'le bitirdik dün ben de yazıyı bitireyim öyle...

28 Ekim 2009 Çarşamba

He is just not that into you

Dedenin kandırmacası nedeniyle anadolu yakasına, evime, odama dönemeyince bir teyzeden diğerine gidip film izlemeye karar verdim, film olarak da bir kaç gün önce okulda muhabbeti
geçen bu film izlenmeye karar verildi.... Başlangıcındaki sahneleri facebook paylaşımı olarak izlemiş olduğumu farkedip izlemeye devam ettim, gerçi uyuyakalınca ikinci saati bir gün gecikmeli izledim ama olsun bu filmin kötülüğünden değil benim yorgunluğumdan kaynaklanıyor :) Güzel eğlenceli yer yer kimine
göre eğitici :p bir film olsa da benim favori
romantik komedilerime girmedi, eğlenceli vakit geçirmek için izlersin eğlenirsin biter :) Ünlü (ve güzel ) oyuncuları vardır, ekip kalabalıktır favori olmayıp beğenilme noktasında olması bun sebepten kaynaklanmış olabilir...
Üzerinden 10 günden fazla geçip yazınca bu kadar oluyor :)
Film fotoğraflarını karıştırınca nedense
Scarlett-Bradley ikilisininkiler ağır bastı be de onları koydum :) Benim başrollerim onlar :p





Filmin mutlu son başrolleri Alex ve Gigi karakterleri...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Son zamanlar

Özellikle şu son bir kaç gündür özellikle okuduklarımın etkisiyle biraz genel durum sorgulamasına girdim. Neresinden başlasam derken birden aklıma az önce her açtırdığı mavi kutuda çığlık çığlığa bağırarak kanal değiştirmeye yol açan ilginç tavırlı sarışın kızın yarıştığı Var Mısın Yok Musun? geldi, hep diyordum birileri az para kazanınca niye üzülüyorsunuz ya da çok para kazanınca niye seviniyorsunuz. Tamam üzücü hikayeleri var ama çevremizde (özellikle son yıllarda artan bir şekilde) üzücü hikayelerle dolu değil mi? Bana televizyondaki her şey yalan gibi geliyor belki orada rol yapıyorlar nereden bileceğiz, birebir görüp konuşma lüksüne mi sahibiz ya da yardım edebilmeye... Televizyondakine üzülen insanlar komşusu aç mı akrabaları sıkıntıda mı biliyorlar mı acaba? Tamam ben de uzun zamandır bir çok yakınımı ihmal ettiğimi düşünüyorum neden bilmiyorum arayasım gelmiyor konuşasım gelmiyor nasıl olsa elimden bir şey gelmeyecek alt düşüncesi beni engellemekte başarılı gibi duruyor... İşte böyle suçu da attım rahatladım, gerçi yazacaklarımı gene unuttum bu kadarı kaldı...

Diğer taraftan yapılabilecek bir sürü şey dururken oturup facebook'ta FarmVille ya da RestaurantCity oynuyorum, bu da Var Mısın Yok Musun izlemek gibi hem (sanki çok bolmuş gibi olan) vaktim geçiyor hem de orada sanal olarak kazandığım başarı beni mutlu ediyor, aynı Var Mısın Yok Musun'da para kazanana sevindiğimiz gibi... Böyle basit mutluluk olarak sandıklarımız farkına varmadan bir şeyleri sona ya da insanları depresyona sürüklüyor.

Neyse küçük bir mutluluk da power turk'ün sitesindeki 90'lar linki oldu benim için. Buradan küçüklüğümüzün komik sözlü şarkılarından dinledik eğlendik...

bum bum bum daldan hop dala uçtum sonunda bir dala kondum nedir bu daldaki durum ooo ooo...okayi yomaşita kombambaa kombambaa.... aklımdaysa ucuz bilet buldukça atlayıp uçağa nereye gidiyorsa oraya gitmek 1-2 günlüğüne de olsa...

18 Ekim 2009 Pazar

Sonunda sıra "Man On Wire"a gelir

2009 İstanbul film festivalinde gösterileceğini uçak dergilerinden birinde okuyup bunu izlemeliyim demiştim, ama neyini merak edip de böyle düşündüm hiç hatırlamıyorum. Bir cambaz, kafayı takmış yüksek binalar arası yürüyeceğim diye, çeşitli denemeler fln sonra gözünü Amerika'nın artık olmayan ikiz kulelerine dikiyor, böyle konulu bir belgesel film... Bana düşündürdüğü ise bu kadar net hedef belirleyip onun üstüne nasıl gidiyor insanlar, nasıl siyah ve beyaz diye ayırıyorlar grileri yok peki ben niye gri tonlarında takılıp kalmışım!? Belki bana böyle düşündürdüğü ve cambazın arkadaşlarını mutsuz ettiği için sevemedim filmi...

11 Ekim 2009 Pazar

La comunidad

2000 yapımı İspanyol filmi, türkçe adıyla Halkımız Avanta Peşinde... 3-5 sene önce izlediğimi tahmin ediyorum bu akşam televizyonda tekrar görünce hatırladım, arada sıkan bir havası var, ama yönetmeni The Oxford Murders'ın yönetmeni Álex de la Iglesia. Başrol oyuncusu Carmen Maura'nın yüzü tanıdık geliyor ama hangi filmden bilemedim. Filmin konusu ise bir bavul dolusu paranın peşinde koşturan apartman sakinlerinin başına gelenler. Sonda açgözlülüğün cezasını çekiyorlardı sanırım :)

21 Eylül 2009 Pazartesi

Ramazan bitti bayram ettik

Cumadan memleket Trabzon'a gitmek üzere yola çıkılır, geniş ama çoğu yerde sahili mahvetmiş projenin mahsulü yollardan hızlı hızlı geçilir, Ünye'de ise bir araç konvoyu, çünkü izin vermemişler projeye. Tamam sahil yolu projesi pek çok yerde mahvetti sahili, kumsalı, ağaçları, Ünye çok şirin duruyor minik yoluyla ama zaten sahilinin bir farkı yok ki yol yapılan yerlerden, bence Ünye'li önlemekle o kadar da doğru yapmamış, şimdi de araba egsozuyla doluyor. Sonra 13 yılın geçtiği Giresun'a gelinir çocukluğumun Arif Kumaş plajı da gitmiştir, denize sıfır Polisevi de. Bir de upuzun Tirebolu tünellerinden geçtik uzun olanı 2,15 km'ydi, hemen peşine kısa bir tane 650 metrelik... Trafiğin de yardımıyla 5 saatte Trabzon'a varıldı...

Merak edenler için amcam gittikçe iyiye gidiyor ama ancak bir yılda normale dönermiş...

Dönüş yolu ise bol yağmurluydu ama kazasız belasız döndük çok şükür. Gerçi pek çok hayvana araba çarpmıştı yollarda her seferinde rastladığımız gibi, hatta bu sefer kedi-köpeğe ek sincap da gördük, nasıl önlenebilir bilmiyorum ama en azından bunu da paylaşayım dedim.

Son olarak özellikle bayramı yollarda geçireceklere kazasız belasız mutlu bayramlar dilerim.

13 Eylül 2009 Pazar

Yazılamamışlar

Ne zamandır karasineklerin nasıl ölümsüz olduğunu yazacaktım, üstüne sineklikle vursan bile bir süre sonra kanatını bacağını toparlayıp kalıyorlardı, yazamadım. Cumayı cumartesiye bağlayan gece izlediğim ilginç mizah anlayışlı Bulgar filmi Zift'i ve imdb'de nasıl o kadar yüksek not aldığını anlamadığım amatör çekim gibi duran Rachel Getting Married'i de bir türlü yazamadım.

Zaten bunlar önemsiz eften püften konular ama gerçeklerin bunaltıcılığı da ayrı mesele, gündem hep üzücü hep can sıkıcı gelecekten umudu yitirmeye yönelik gidiyor. Yazının buraya bağlanma sebebi de 5dk'lık yürüme mesafesine yağmur var diye arabayla gidip iki kızıyla sele kapılıp birini kaybeden annenin öyküsü. Diğer tarafta yağmurdan korunmak için minibüse binip sel sularında boğulan kadınlar ve peşpeşe çıkan diğer ölüm haberleri... Her şey iyi giderken birden hayatın tepetaklak olması ya da ardı sıra gelen felaketler. İhmalkarlıklar, doğanın intikamını alması ve suçun doğaya atılmasıyla gelmeyen istifalar....

Neyse pazar akşamları olan geniş aile dizisi biraz kafa dağıtmaya mutlu olmaya yardımcı oluyor, iyi seyirler...

12 Eylül 2009 Cumartesi

Tiramisu

Sonunda gerçek tiramisuya bir adım yaklaştım :) Mascarponemiz yoktu, labneyle idare etmek zorunda kaldım ama italyanca adı savoiardi, ingilizcesi ladyfingers olan bisküvi sayesinde hazır kekten kurtularak tiramisumu yaptım. Bu bisküvilerden esinlenilerek pastanelerde ve bazı fırınlarda kedidili bisküvisi satılıyor ama kedidili daha kekimsi bu hazır satılanlarsa üstü şekerli kıtır bisküvi şeklinde oluyor.

Kreması için;
  • 1/2 lt süt
  • 2 çay bardağı şeker
  • 2 çorba kaşığı un
  • 1 kutu labne peyniri
Bisküvileri ıslatmak için;
  • 1 bardak (250ml ve üstü) sıcak su
  • 1 çorba kaşığı süt
  • 1 çorba kaşığı toz şeker
  • 1,5 çorba kaşığı nescafe tozu
Süslemek için kakao tozu
Önce süt, şeker ve un bir tencereye konarak kısık ateşte kaynayıncaya kadar pişirilir, kaynayınca labne eklenerek biraz daha pişirilir. Kremamız hazırdır.
Sonra 20cm'lik kare borcama önce kremanın 3te 1i sonra bisküviler konur ve bisküviler üstüne sıvı karışımın yarısı dökülerek ıslatılır. Aynı şekilde bir kat krema, bir kat bisküvi konup ıslatılır. En üst kata da kalan krema dökülür ve üstü kakao ile süslenir. Buzdolabında soğutuluduktan sonra yemek için hazırdır.

Bu şekilde yapılan tiramisu 3 gün tazeliğini koruyor, 4. güne eski tadı kalmadı. Bir de yumurtalı tarifler var sanırım onlar daha az dayanır.

Not: yukarıdaki fotoğrafı tıklayıp büyütürseniz kekin en ince ayrıntısına kadar görebilirsiniz ;) 

9 Eylül 2009 Çarşamba

Elling (2001)


Bu izlediğim üçüncü Petter Naess filmi ve sanırım en yüksek imdb notuna sahip olanı (7.6)... Benim favorim hala mozart ve balina olarak kalsa da bu filmi de çok sevdim. Burada 40lı yaşlarda sosyofobik iki adamın bu yaşına kadar nasıl da yalnız ve dünyadan uzak yaşadıklarının dramıyla beraber, norveç hükümeti desteğiyle yeniden hayatla başlarken yaşanan komik olayları gösteren bir kara mizah var.

Tatt av kvinnen'in yarım saatini izlerken sevdiğim norveçceyi burada da çok sevimli buldum.

Şimdi sırada devam filmi olan "elsk meg i morgen" var...

8 Eylül 2009 Salı

Bound by Honor

"Anger Management" ile başlanan akşam, filmin pek beğenilmemesi ve sonunun merak edilmemesi üzerine yeni başlayan Şeref Bağı izlenerek sonlandı...

70li yıllardan 80lerin başlarına uzanan hapishanelerdeki siyah-beyaz-kahve çatışması üzerine etkileyici fakat biraz uzun bir film (cnbc-e'de reklamlarla beraber 3,5 saate yakın sürdü). Gerçi Prison Break'ten sonra hapishane filmleri pek ilginç gelmese de bu kadar uzun olmasa çok beğendim derdim sanırım :). Cruz rolündeki, Dexter'da da 6 bölüm oynadığından tanıdık gelen Jesse Borrego'nun yaptığı resimler harikaydı, ama bu harikalardan internette doğru dürüst resim bulamadım. Bir bunu buldum :)

5 Eylül 2009 Cumartesi

Doctor Zhivago

Dr. Jivago takma adını Lost'un türkçe altyazılarını hazırlaması nedeniyle biliyordum, ama adını aynı adlı romandan ve çekilen filmden aldığını bu filmi izledikten sonra farkettim... 1965 yılında çekilen film Bolşevik ihtilali ve Rus iç savaşı döneminde bir doktorun başından geçenleri anlatıyor, 3 saatten uzun sürüyor....

Julie Christie güzelliğiyle kendine hayran bırakırken, doktor rolündeki Ömer Şerif'in de resmen temiz yürekliliğinden gözleri parlıyordu. Bir oyuncunun gözlerinin parladığını filmden görebilmek ilginç geldi ama öyleydi :D Şimdi dört gözle Julie Christie'li New York, I Love You filmini izlemeyi bekliyorum :)

2 Eylül 2009 Çarşamba

Gomorra

Gazetedeki anlatımda mutlaka izleyin diye büyük harflerle atılan başlığı görünce ve daha önceden de izlenmesi gerektiğini duyduğum için, hazır televizyonda türkçe seslendirmeli olarak da raslayınca filmi izledim. Gazetede ayrıca bu filmden sonra yönetmeninin ölüm tehditleri aldığı ve polis korumasında olduğu yazıyordu, sebepse bu filmde her zaman yüceltildiğini gördüğümüz mafyayı bize kötü yönünden göstermiş olmasıymış....

Bana kalırsa film olarak bakıldığında sıkıcı (gerçi film olarak öven çok ama ben sevemedim işte), belki belgesel-film halinde çekilse sevebilirdim; ama fikir olarak düşününce de iyi yapmış çekilmiş ancak izleyerek boşuna zaman kaybettim diye düşündüm.

30 Ağustos 2009 Pazar

Captain Corelli's Mandolin

Geçen yıl romanını okuduğum hikayenin 2001'de çekilmiş filmini nihayet izleyebildim. Roman çok güzel, filmde romana bağlı kalınmış ama tabii ki o kadar ayrıntıyı ve duyguyu filme koymayı başaramamışlar. Ayrıca neden harika kitapların filmini o kitabın yazıldığı millet çekmez anlamam. Filmi amerikalılar çekince de doğal olarak senaryoda ne amerikalı ne de ingiliz olmasına rağmen filmin çoğu ingilizce geçiyor ve kitabın bir kısmı daha böylece filme yansımıyor. Ayrıca filmi kötü yapan bir diğer unsur da başrol oyuncuları, 3ü de ( nicholas cage (yüzbaşı corelli), penelope cruz (pelagia), christian bale (mandras) ) sevdiğim oyuncular olmasına rağmen birarada pek uyumlu olmamışlar. Ancak yanlış anlaşılmasın ben filmi beğendim, bana romanı tekrar anımsattı, benden epey önce izleyen aile üyelerim beğenmemiş sanırım bu nedenler beğenmeme sebepleri olabilir. Tek tek baktığımda; Nicholas Cage'in italyan aksanlı ingilizcesi, Penelope Cruz'un baştan sona harika oyunculuğu ve Christian Bale'nin son döndüğündeki halini beğendim ben...


Doktor rolündeki John Hurt da The Oxford Murders'daki hocaymış, gene tanımadım adamı :D