30 Ocak 2010 Cumartesi

Untraceable

Nights in Rodanthe filminden sonra Diane Lane'in başrolünde olduğu bir film daha dedim izlemeye başlarken ve bu sefer önceki gibi gene anne ama burada aynı zamanda FBI ajanı... Film internet üzerinden canlı olarak cinayet işleyen bir katili yakalamaya çalışmalarını konu ediniyor. Bilgisayarlarla ve internet korsanlığıyla ilgili hiç bilgisi olmayanlar ve teknik detaylara takılmayanlar tarafından beğenilecek, bu ayrıntılara takılanlar tarafından ise mutlaka eleştirilecek pek çok nokta bulunacaktır. Filmin mesajı ise merak kediyi öldürür. Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim filmin sonundaki aksiyona bayıldım (belki Diane Lane'den kaynaklanıyordur), en azından konuyu bilip sadece sonu izlenebilir...

Ekşisözlükten tamamen spoiler içerikli bir gönderi...

29 Ocak 2010 Cuma

Pour Elle

Film sinemalara ise "Aşk uğruna" adıyla girmiş. Anne, baba ve çocuktan oluşan üç kişilik mutlu ailenin hayatı bir anda alt üst oluyor, çünkü anne (Diane Kruger) patronunu öldürmekten suçlanarak hapise atılıyor. 3 yıl sonra suçsuzluğunu ispatlayacak bir şey bulamayan kocası, eşini hapisten çıkarmak için ilginç bir plan yapıyor. Normal bir filmdi, kötü değil ama ilginç bir yanı da yok. Tek ilginç sayılabilecek şey sıradan bir adamın aşkı uğruna neler planlayıp neler yapabileceğiydi.

28 Ocak 2010 Perşembe

Elegy

Vicky Cristina Barcelona'yı izledikten sonra Penelope'nin filmlerinden izleyebildiğim kadar çok izlemeye karar vermiştim ve bir önceki filmi olan Elegy aklımdaydı. Nihayet sıra geldi Elegy'ye, çoğu filmde olduğu gibi bunda da konuyu bilmeden izlemeye başladım...
Bir üniversitede profesör olan sanata meraklı çok yönlü bir adam ile Pulitzer ödüllü şair arkadaşının yaşlılık üzerine sohbetiyle başlıyor ve ara ara bu sohbetlerle film anlamlanıyor. İki adamın ortak yönü kadınlara olan düşkünlükleri, her erkek öyle değil mi zaten sadece burda açıkça ifade ediyorlar diye düşündürüyor garip gelmiyor. İzlerken zaman zaman bu adamlar kim gerçekte kaç hayatı birarada yaşıyorlar kimle evliler kaç tane sevgilileri var gibi anlamsız konulara kafa yorunca ne oluyor bu filmde dedirtiyor. Ancak bir noktadan sonra karmaşık ilişkileri çözüp daha psikolojik durumlara odaklanınca filmin güzelliği ortaya çıkıyor, belki ikinci kez izleyip ilk yarıdaki kafa karışıklıkları çözülüp film daha keyifli izlenebilir ya da kitabı daha güzel olabilir bilmiyorum, sonuç olarak filmi beğendim.

Bir de annemin dikkat ettiği bir nokta Cruz film başından yanlış hatırlamıyorsam kısa saçlı haline kadar parmağında sürekli bir aynı yüzük vardı. Bu ve bunun gibi anlayamadığım ama elbet bir anlamı olan ayrıntılarla dolu bir filmdi. Sevdiğim diyalogları çıkarabilmek için de 2. kez izlemem gerek...

27 Ocak 2010 Çarşamba

Nights in Rodanthe


Hayatındaki en büyük amacı en iyi doktor olmak olan Richard Gere ile hayatını çocuklarına adamış bir anne Diane Lane arasındaki aşkı konu ediniyor. Orta yaşa hitap eden romantik komedi tadında bir film, gerçi son izlediğim romantik komedi gibi görünen filmlere bakarsam Days of Summer ve Jeux D'enfants artık eğlenelim-gülelim mutlu sonla bitsin olmuyormuş sonlar daha farklı olabiliyor.

Filmdeki deniz kıyısındaki, ama tam anlamıyla deniz kıyısı hatta kumsalın üstüne kurulmuş butik otel dekorasyonuyla (özellikle duvar kağıtlarını çok sevdim) görülmeye değer, evin içinden fotoğraflar ve evle ilgili ayrıntılar için şuraya bakılabilir. Ayrıca yardımcı kadın oyuncu Viola Davis çok farklı bir siyahilikte görünüyordu söylemeden geçmeyeceğim.

26 Ocak 2010 Salı

The Reader

Filmi izlerken konusu hakkında fikrim değişkenlik gösterdi, bu nedenle değişik bir senaryoya sahip olduğunu düşündüm (konu değişiyor ama asla kopukluk yok). Filmin tanıtım cümlesi "Ne kadar süre bir sırrı koruyabilirsin?" Aklımdan geçen konularsa: (**spoiler**)
15 yaşında bir çocukla 36 yaşında bir kadının ömür boyu süren aşkı,
Edebiyata meraklı ama okuma-yazma bilmeyen bir kadının gururu yüzünden hayatını mahvetmesi,
Avukat olmuş ama hala basit bir durumu bile özetleyemeyen bir adamın hayatı (bunu en sonda yangında ölen kadının kızına Hanna'nın suçsuzluğunu anlatamamasından dolayı dedim, neyse ki en sonda kızına Hanna ile olanları anlatabildi, yani anlatabildiğini düşündürerek bitti). Ayrıca bu yangında ölen kadının kızı da o kadar zengin olmuş ki (yahudi olduğundan bu olayla ünlü olup amerikaya taşınıp orda sahiplenilmiş olabilirler şeklinde bir komplo teorisi oluşturdum) evi sanat galerisi gibiydi, söylemeden geçemeyeceğim :)

Başrol erkek oyuncu Ralph Fiennes'i daha önce Maid in Manhattan, Harry Potter, In Bruges ve yanılmıyorsam The Duchess'de; Kate Winslet'i ise Titanic, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve Revolutionary Road'da izlemişim (itiraf edeyim daha fazla filmini izlediğimi sanıyordum).

The English Patient, Finding Neverland, Little Children, The Holiday ise izlemeyi düşündüğüm Fiennes ve Winslet filmleri...

81. Oskar töreninde en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi kadın oyuncu, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi sinematografi dallarında aday olmuş, Kate Winslet kadın oyuncu ödülünü almış.

24 Ocak 2010 Pazar

Give 'em Hell, Malone

Girişiyle Sin City tarzı bir film izleyeceğiz diye düşündüren öyle çok farklı olmasa da güzel, değişik sayılabilecek bir film....
Yakışıklı ve karizmatik Malone'umuz (Thomas Jane) bir kiralık katil ve hakkında (annesi dışında) tüm ailesini katledenin kalbini elleriyle çıkarıp yediği efsanesi dolaşıyor. Malone'u kimse yakalayamıyor, o herkesi öldürüyor. Son işinde ise ona tuzak kurulduğunu farkedip olayın peşine düşüyor.

Boşuna Sin City'ye benzetmediğimi afişlere bakınca da farkettim:


















Devam filmi olacağını ima etmişler, bakalım ne zaman gelecek...

17 Ocak 2010 Pazar

Jeux D'enfants(2003)

Bu normal bir film değil, baştan sona bir oyun... Filme konan türkçe ad ise çok isabetli: Cesaretin var mı aşka? Arkadaş mı aşık mı olmaya karar verme oyunu bu aslında. 2003 filmi ve ben epeyce geç kalmışım bunu izlemek için. Güzel vakit geçirmek istendiği vakit izlenmeyi şiddetle gerektiriyor...
İki çocuk: erkek olanın(Julien) annesi ölümcül hasta ve babasıyla arası hiç iyi değil, kız(Sophie) ise Polonyalı olduğu için arkadaşları tarafından alay edilip dışlanıyor, ailesi ise kızlarıyla pek bir ilgisiz. İki yalnız çocuk birlikte bir oyuna başlıyorlar ve film bundan ibaret.
İzlemeden önce romantik komedi tarzında olduğunu düşünmüştüm, filmde romantiklik var sayılabilir ama komedisi olsa olsa karamizah ve bu karamizah romantikliği de kararomantik yapıyor... Başrol kadın oyuncusu Public Enemies, A Good Year ve Taxi serisi filmlerinde izlediğim Marion Cotillard bu filmde iyice akılda kalıcı hale geliyor. Erkek oyuncu ise ülkesel çapta kalmış, oynadığı filmlerin çoğu fransız yapımı. Çocuk oyuncular Thibault Verhaeghe ile Joséphine Lebas-Joly ise çok sevimliler, yılllar sonra özellikle Verhaeghe'yi merak ediyorum, Aşk-ı Memnu'daki Bülent(Batuhan Karacakaya) kadar sevimli bir çocuk :)
Ayrıca filmin son kısımları bende bu filmi izledim ya da kitabını okudum ya da önceden çekilmişini izledim hissi yarattı, neden bilmem...
Çocuk hallerinin Adem ve Havva'yı canlandırdıkları ilginç sahne dahil pek çok sahne filmi tekrar izlemeye değer.....

Son olarak spoiler tadında: Var mısın yok musun? Varım :)

16 Ocak 2010 Cumartesi

Twitter'ım güzel kuşum


Bloga sadece film ağırlıklı yazmaya başladım, çünkü beğendiğimi düşündüğümü sağolsun facebook-twitter-friendfeed neredeyse uyuduğum zaman hariç sürekli açık olduğundan kapmaya başladı. Ama malesef oralar çok kalıcı olmuyor o anda geyik dönüyor ve bitiyor e benim blog yazma sebebim neydi sevdiğimi ilgimi çekenleri koyayım sonra hatırlamak için bakayım kaybolmasın, olmadı işte bir cümlelik sistemler kaptı elimden bu düşüncemi ve biraz biraz toparlayıp koyayım tekrar buraya dedim, biraz abartıp neredeyse her şeyi koyduğum şu yazımda olduğu gibi.... Gerçi bu seferlik facebooktaki paylaşımları koymadım onları da bir ara bakıp seçmece koyarım belki....

12 Kasım'da Applied'a uykulu bir halde girmişim ama ders aralıksız 1 saat 45 dk sürünce, bu sefer uyutan değil, uyandıran ders olmuş :). Aynı akşam Aşk-ı Memnu'da Beren Saat'in dişlerini yaptırdığını görmüş ve beğenmemişim, ama dün gördüm daha iyi duruyor :)

Üniversite öğrencisi olarak Alfa Romeo Mito alırsan ücretsiz ileri sürüş tekniği öğretiyorlarmış, tamam hemen alıcam bir tane :p (bunun maili gelmiş bana kim bilir nerelerden aldılar)

Sonra Kurban Bayramı geldi; samsundakiler grip, burdakiler misafir beklentisi içinde... Biz teyzemle bir kaç saatliğine Burgazada'ya gittik, yürüyüşe diye çıkarak yazmalıyım Burgaz'ı aslında.... Bayramın ilk günü tam bir bahar havasıydı, zaten anneannem hep der kurban bayramının ilk günü hava güzel olur insanlar rahat rahat kurban kessinler diye, ikinci günü de yağmur yağar ortalık temizlensin diye gene öyle oldu. Ama ilk günü yer yer boğaz kırmızıya büründü kurban kanlarıyla bu devirde özellikle büyük şehirlerde kurban çok anlamsız geliyor....Live messenger'da Yeşim dinamik resim yapmış, ben de denedim çok sevdim :)

Sonra 10 Aralık gene bir perşembe günü "bihterin geceliği, matmazelin evi, firdevsin dişleri... güzel" demişim. Gerçekten matmazelin evi mükemmel manzarası ve küçük olmasıyla ne kadar güzel ve sevimli, tam olarak nerede acaba diye her izlediğimde düşünüp duruyorum, biri beni aydınlatır mı? :)

Okuduğum kitapta(Yıldızın Parladığı Anlar) "Gerçeğin, sadece gençlikten, evet sadece gençlikten öğrenildiği ne kadar doğru!" cümlesini görüp paylaşmışım...

300 dolara Panik Atak diye kısa film çekip Hollywood yapımcılarıyla 30 milyon dolarlık kontrat yapmışlar, ama 300 dolara çektiklerine inanmak gerçekten güç bir izleyin, pişman olmayacaksınız :)


Rebel Moves'tan Silly Combination dinleyin

21 Aralık'ta Mobile Communication dersinin sunumu vardı yeterince hazırlanmamış olmanın stresi boynuma kramp soktu ve yaklaşık 2 hafta boynum ağrıyarak gezdim.

24 Aralık Behlül saçını kesti, oh be sonunda dedik :)

ETİ Kaymaklım, çilekli yoğurtlu ve böğürtlenli yoğurtlusunu denedim, HA-Rİ-KA :)

Yanılmıyorsam 29-30-31 Aralık günlerinde İstinye Park'ta yılbaşı etkinliği olarak misafirlerinin konfetili, yılbaşı ağaçlı fotoğraflarını çekip kocaman ve istediğin kadar basıyorlar, biz de çektirdik çok eğlenceliydi, bir de bando geziyordu yılbaşı müzikleri çalarak :) Diğer AVM'leri bilmiyorum ne yaptılar, ama ipark eğlenceliydi...

Sonra en büyük yeni yıl hediyem 2 Ocak'ta geldi domuz gribi gibi bir şey, yazdım zaten onu :)

İlk defa bir gün -11 Ocak'ta- eve geldim ve bilgisayarımı hiç açmadım, biraz ders çalıştım. İnternet bağımlılığından kurtulma çabalarına ilk adım günü....

O zaman haydi şimdi bütün eller havaya...


15 Ocak 2010 Cuma

Marley & Me

Filmin başında çalan REM'in "Shiny happy people" parçası insanın içini ısıtıyor, dinleyin sizin de içinizi ısıtsın :)


Film hayatının her adımı planlı bir kadına (Jenifer Aniston) kocasının(Owen Wilson) hediye olarak köpek yavrusu almasıyla planlı ve düzenli hayatının değişimini konu ediyor.

*****spoiler****
Aldıkları Labrador cinsi Marley o kadar yaramaz ki ne köpek eğitimcileri katlanabiliyor ne de bakıcılar... Sonra peşpeşe 3 çocuk yapıyorlar, havuzlu bir eve taşınıyorlar. Daha sonra adamın hayalinin fırsatı olan muhabirlik için başka bir şehirden teklif geliyor oraya taşınıyorlar, kocaman bahçeli evleri oluyor. Böyle hareketli ve eğlenceli giden film sonlara doğru aşırı duygusallaşıyor, çünkü Marley yaşlanıyor ve hastalanıyor. En sonunda da Marley ölüyor, gömülme sahnesinde çocuklar da dahil(özellikle Nathan Gamble) tüm aile öyle güzel rol yapıyor ki Marley öldü diye izleyeni bile ağlatıyor.....

7 Ocak 2010 Perşembe

Avatar

Filmde ilk hoşuma giden mavi desenli bedenleriyle Na'vi Avatar'ları oldu. Burada Na'vi halkı, boyları insanın 2-3 katında olan, çirkin burnu dışında tamamen mükemmel şekilli, mavi leoparımsı desenli sevimli yaratıklardan oluşuyor. Günümüz insanının hırsında uzakta, birbirine bağlı, doğaya saygılı kendi halinde yaşayıp giden canlılar bunlar... Ülkelerindeki bitkileri, hayvanları ise ancak sinemada görmek lazım. Ben en çok turuncumsu kocaman bitkileri sevdim, dokununca küçüküp yokalanları :)

Daha önce üç boyutlu film izlememiştim, o nedenle acaip gerçekçi içindeymişim gibi hissedeceğim bir film olmasını bekledim(bilmiyorum belki aksiyon filmlerinde öyle oluyordur), sadece inanılmaz güzel görüntüler izledim. Belki 3-D filmler az kişilik küçük salonlarda, ya da filmin bir kısmının direk gözlükte oynadığı şekilde mi daha içindeymişsin gibi izlenebilir bilmiyorum, ama benim hayalimdeki sinemada koltuk da hareketli olup, nasıl stereo sesten kim-nerede-ne yapıyor hissediyorsak bunu görüntü-ses-diğer ortam olarak birleştiren hareketli bir 3D sinema.

Neden 3 boyutlu filmlere yönelme olduğu ve Avatar'la ilgili güzel bir eleştiri yazısı da BAKINIZ'da mevcut.

Resmi Avatar fotoğrafları için http://www.flickr.com/photos/officialavatarmovie/

Bu arada ben RealD teknolojisinde izledim, IMAX'i merak ediyorum ama sanırım merakımı başka bir filmde gidereceğim. Büyük ihtimal kötü olduğunu duysam da Xpand'de de izleyeceğim.

23 Ocak'ta Xpand'de izledim, RealD-Xpand karşılaştırma:

Xpand'in 3 boyutu daha iyi üç boyutlu, bir iki yerde 30 cm uzağımdaymış gibi bile göründü
Xpand'in kırmızı gözlükleri ağır insanın burnunu ağrıtıyor
Xpand'de normal insanların olduğu yerler biraz karanlıktı gözlüksüz daha güzel görünüyordu.

5 Ocak 2010 Salı

In the Valley of Elah

Dün gece Kanal D'de görünce(Tanrı'nın Vadisinde) ortasından izlemeye başlayıp, niye izliyoruz ki gereksiz klasik Irak'a asker olarak gidip kendini kaybeden asker filmi diye düşünmeme neden olup başka bir şey bulamayınca izlemeye devam ettiğim, ama Tommy Lee Jones'un bir sahnede kaçan suçluyu yere serip suçluya saldırdığı sahneye bayıldığım film. Gerçi uykum gelince sonunu getiremedim, ancak tekrar görürsem sonunu izlemeye kararlıyım. Ayrıca başrol kadın oyuncusu da güzeller güzeli Charlize Theron, ama itiraf ediyorum izlerken tanıdık gibi geldi ama kim olduğunu çıkaramadım, bu tarzda çok fazla hollywood aktrisi var gibi geliyor bana :) Güzel ya da yakışıklı olmak oyunculukta bir kaç adım birden attırıyor, yanılmıyorsam?

Bir de ek bilgi, Tommy Lee Jones filmdeki oyunculuğuyla en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'a aday olmuş. Irak'ta savaşa giden askerlerle ilgili film tavsiyemse The Lucky Ones, gerçi pek açıklama yapmamışım ama izlerken sevmiştim.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Domuz gribi oluyorum eyvah!

Yılın ilk günü 1 Ocak'ta sapasağlam görünüyordum, tabi nerden bilebilirdim mikropların yılbaşı gecesi konumlandığını.... 2 Ocak'ta öksürerek uyandım ama halsizliğim ya da ateşim yoktu, çooook ders çalışmam gerektiği için oturdum kompleks kitabının başına, çalıştım çalıştım ama hiç bir faydası olmadı gene yapamıyordum. O moral bozukluğunda mikroplar zayıf anımı buldu ve saldırıya geçtiler önce burun akması başladı, sonra halsizlik geldi hafif ateşle birlikte. Yılbaşı gecesi aynı ortamda olduğum bir arkadaşımın ateşinin 39lara çıktığını öğrenince, babama sordum domuz gribidir dedi(burada "Rabbime sordum Cleveland dedi"ye ima yapılmaya çalışılmıştır :D), zaten bu arada yılbaşı gecesi aynı ortamda olan 3 kişinin daha hasta olduğunu öğrenmiştim. Neyse dedim yatarım 2-3 gün düzelirim, sonra da yapılacak bir sürü bir sürü şeyi yaparım.

2 Ocak'ı 3 Ocak'a bağlayan hastalıklı ilk gecem tek kelime ile berbat geçti, 12buçuk gibi yattım ama uykuyla uyanıklık arasındaydım, 3'te kalktım zencefilli ıhlamurdan içip oturdum biraz ki öksürük durulsun bu arada hafif ateş de var ama nedense ilaç içmedim, sonra 4 gibi tekrar yattım 7'de gene kalktım ve tüm gece dişlerimi sıkarak uyumaya çalıştım gibi geldi gene kötüydüm sabah. Pazar sabah 7'de izleyecek bir sürü şey oluyormuş bunu farkettim, tamam boşluktan Ahmet Çakar'ı bile izledim ama güzel oluyormuş sabah saati herkes uyurken uyanık olmak. Sonra 9 buçukla 11 buçuk arasında bir deliksiz uyudum ve bir uyandım ki hiçbir şeyim yok, tamam dedim süper iyileştim salı okula giderim. Hatta düşündüm ki ne kadar dinlenirsem o kadar çabuk iyileşirim, böylece epey uykuda geçti 3 Ocak.

Bugün de hapşura hapşura uyandım ve yanında baş dönmesi, halsizlik ve ilerleyen saatlerde çeşme gibi bir burun eşlik etmekte, a tabi ilk göz ağrımız domuz gribinin bir tanecik dostu öksürük boğazlarımda, eğer yüksek ateş de garanti çıkıyorsa çıksa da rahatlasam da kurtulsam şu hastalıktan. Çünkü çoook çalışmam lazım çooook :(

Öksürük için yapılacak şeyse günde bir kere 1 çorba kaşığı bal ile 1 tatlı kaşığı zencefili karışıtırıp yemek, tabi iğrenç bir tadı olduğundan yemek yerine suyla karıştırıp içip üstüne gene su da içilebilir :)

My Big Fat Greek Wedding

Okan Bayülgen'in programını izlemek için açtığım Kanal D'de Kalbinin Sesini Dinle diye bir filmle karşılaştım ve hadi izleyeyim biraz dedim, ama eğlenceli geldi ve sonuna kadar izledim, hatta yanılmıyorsam hiç reklam da vermediler :)

Filmde Chicago'da yaşayan aşırı milliyetçi babaya sahip yunanlı bir aile ve ailenin küçük kızının 30 yaşına geldi artık evde kaldı düşündükleri bir anda bir amerikalıya aşık olması ve evlenmeye kalrar vermesi konu ediliyor. Baba takıntılı halde her kelimenin yunancadan çıktığını ispatlıyor, babaanne hala türklerle savaş var sanıp yastığının altında bıçakla uyuyor. Yunanlıların aşırı sıcakkanlılığı ile amerikalıların soğukluğu üzerinden kültür çatışması var, ancak sonunda kültür sentezi (ya da yunanlıların amerikalıları kendilerine benzetmeye başlaması diyelim) oluyor. Bir de Amerikalı damadımız The Burning Plain'de de oynamış, diğerleri hiç tanıdık oyuncular değildi...

Memorable quotes:
Toula Portokalos: Ma, Dad is so stubborn. What he says goes. "Ah, the man is the head of the house!"
Maria Portokalos: Let me tell you something, Toula. The man is the head, but the woman is the neck. And she can turn the head any way she wants.

3 Ocak 2010 Pazar

The Hangover

Biraz hiç beğenmediğim Pineapple Express tadında ama biraz daha komik ve anlamlı olanı.... Filmde bekarlığa veda gecesi için Vegas'a giden 4 erkeğin başından geçenleri anlatıyor, aslında anlatmıyor çünkü hatırlamıyorlar. Suitlerinde uyandıklarında evlenecek arkadaşları kayıp, banyoda bir kaplan, piyanonun üstünde bir tavuk ve dolapta bir bebek var ve oda darmadağınık. Üç kafadar arkadaşlarını ararken neler olduğunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve parçalar birleşiyor, böyle tamamen geyik bir film... Beni güldürdü mü pek değil, ama gülmekten yerlere yatarak izleyenler mevcut :)

Bu arada The Hangover 2 çekiliyormuş...

2 Ocak 2010 Cumartesi

Inglourious Basterds

Filmin bu kadar beğenilmesinde hangisinin etkisi var bilmiyorum, Quentin Tarantino'nun müthiş yeteneği mi? Yoksa oyuncular mı? Harika aksanıyla Brad Pitt, muhteşem güzelliği ve ilginç mimikleriyle Mélanie Laurent, bar sahnesindeki büyüleyici konuşmalarıyla Diane Kruger, rolünü kendinden nefret ettirecek kadar iyi yapan Christoph Waltz, Heroes'daki Syler'a benzeyen Eli Roth, yakışıklı erkek oyuncular Gedeon Burkhard, Daniel Brühl, Til Schweiger...

Bu öksüren hasta halimde benden bu kadar....

****spoiler****
Favori sahnem finaldeki yangında perdenin sonradan özel olarak çektikleri film oynarken yandığı kısım ile sonra da perdenin yok olup, ölen kızın 3 boyutlı kahkaha attığı kısımdı.